Kürt sorununa ve Medine Sözleşmesi
Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaştıkça
Kürt sorunu sık sık gündemi işgal edeceğe benziyor. Bugünkü veriler
Cumhurbaşkanı ikinci turda seçileceğini gösteriyor.İlk turda taraflar büyük
olasılıkla kendi adaylarını çıkaracağını ve ikinci turda saflaşmanın yaşanacağı
anlaşılıyor. İlk tur özellikle Kürtler için çok önemli. Öcalan'da dikkat
çekiyor.
Kürt burjuva hareketinin İslam Türk
diktatörlüğünden ne koparıp koparmayacağı ilk turdaki oyların dağılımı tayin
edici olacak. Eğer Kürtler yüzde 8'in üstüne çıkarsa diktatörlük iktidarının
geleceği ve sürecin "selameti" için daha çok taviz vermek zorunda
kalacaktır.
Bugünkü sürecin 2007 yılı sonrası
başlatılan savaşta yenişememe halinden sonra 2009 yılına başladığı biliniyor.
Bunun ayrıntısını Taraf'ın Tarafı isimli kitap çalışmamdaki "Yeni Kürt
Politikası: İslam Türk Sentezi" başlıklı bölümde yazmıştır. Aşağıda
okuyacağınız yazı ise iki konuyu içeriyor: Tayyip Erdoğan'ın Kürt sorununa
yaklaşımı ve Öcalan'ın çağrısı ile Diyarbakır'da toplanan Demokratik İslam
Konferansı'nın çözüm için önerdiği Medine Sözleşmesi'ni kapsıyor. Aynı zamanda
da Tayyip Erdoğan'ın "tuzak" propagandasının da maddi zeminini
gösteriyor.
İslam Türk Diktatörlüğünün Kürt sorununu Osmanlı eyalet sistemi benzeri
bir anlayışla çözme isteği Kürt burjuvazisinin talebiyle örtüşüyor. TÜSİAD
Yönetim kurulu üyesi Cizreli Kürt burjuvazisini temsil eden Tarkan Kadooğlu'nun
26. 03. 2013 tarihinde basın
toplantısında "Türkiye, Suriye ve
Kuzey Irak'la birleşebilir. Türkiye'nin önderliğinde bir konfederasyon neden
olmasın? Kürtlerin en sevdiği millet Türklerdir. Biz yapmazsak kim
yapacak?" sözleri Güneydoğu
Genç İşadamları Derneği (GÜNDİAD) Başkanı Hakan Akbal “Denetimli özerklik uygulanmalı” talebi, Yeni Osmanlıcılığın
“eyalet sistemi” anlayışıyla örtüşüyor.
7 Mayıs 2014 tarihinde Diyarbakırda
GÜNDİAD Başkanı basın toplantısı düzenliyor. "Türkiye'nin, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi
arayışları ile 'demokratik özerklik' taleplerinin doğru bir zeminde bir araya
getirilerek uzlaştırılmasının mümkün olduğunu düşünüyoruz. Bu amaçla
"Denetimli Özerklik" olarak nitelendirdiğimiz ve ilhamını Birleşmiş Milletler Kosova Özel Temsilcisi
Marti Ahtisaari'nin, Kosova için gündeme getirdiği 'Denetimli Bağımsızlık'
önerisinden alan bu kavram ile zorlu bir nehri geçmek için taraflara bir köprü
öneriyoruz. Bu algı, idari sisteme ilişkin arayışları, 'bölünme' olarak
kabul eden bir şartlanmaya dönüşmüştür. Bu nedenle, bölünmeyle ilgili kaygı,
kuşku, ön yargı veya şartlanmaları aşabilmek için, adına 'Denetimli Özerklik' dediğimiz
bu 'köprüden' geçmemiz gerekiyor."
A. Öcalan’ın Demokratik İslam
Konferansına gönderdiği mesaj ve Kürt burjuva hareketinin açıklamalarının
Erdoğan/Davutoğlu savaş kliğinin İslam zeminde buluştuğu görülüyor. Yalnız
Erdoğan ümmetten yana olmadığına, "adil düzen" ile sorunun
çözüleceğine dikkat çekiyor. Oysa Öcalan’ın önerisiyle Diyarbakır’da
gerçekleşen Demokratik İslam Konferansı sonuç bildirisinde “Ümmetin yeniden inşasını zorunlu kılmaktadır…Ümmet çok kimlikli, çok
dilli ve çok inançlı bir anlama sahiptir” deniliyor. Dolayısı ile Kürt
burjuva hareketi Medine Sözleşmesi temelinde kurulacak “ümmetçi toplumda” bir
arada yaşayabiliriz diyor.
Erdoğan da Türkiye’nin bölünmesini
istemiyor. İstemesi de mümkün değil. “Erdoğan, emperyalistler ile anlaştı memleketi
bölüyor” diyerek yapılan propagandaların iki yanlı olduğu görülüyor. İlki
Erdoğan’ın biraz isteyerek sadece kendi çıkarı için, ikincisi, izlediği politikanın sonuçları olarak. Ama
Erdoğan kesinlikle izlediği politika ile memleketi bölmeyeceğine ayrıca bu
politikalar ile hızla Ortadoğu’nun lider ülkesi olacağına inanıyor.
Önce şu görüşünden başlamamız
gerekiyor. “milli bütünlüğümüz
tehlikede..Bunu şu şekilde açayım; resmi ideoloji ırkçı bir kişilik taşıyor, bu
yapıyla milli bütünlüğü koruması mümkün değil. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde
27 etnik grup yaşamakta. Bu 27 etnik grubun varlıklarının tanınması
gerekmektedir. ‘Türkiye Türklerindir’ gibi tezler yanlıştır. Türkiye,
Türkiye’de yaşayan herkesindir.”(2. Cumhuriyet Tartışmaları, Sf. 422) Erdoğan
haklı. Devletin resmi ideolojisi "Türkiye
Türklerin"dir diyerek diğerlerini dıştalanıyor. Türkler ile Türk
olmayanlar arasında bir kabul görme sorunu yaşanıyor. Egemen olan gücün kendi
dışındakileri kabul etmemesi ile kabul görmeyenlerin kendisini ait hissetmesi
olanaklı olmuyor.
AKP iktidarı ile inkar
politikalarından uzaklaşıldığını görmek gerekiyor. Erdoğan/Davutoğlu
ideolojisinde Türklük kavramı İslam sosuyla dolaşıma sunuluyor.
Kürt burjuva hareketi kendi ulus
bilincine ulaşıp her alanda kendi örgütlenmesini gerçekleştiriyor. Yıllarca
süren mücadelesi sonucunda elde ettiği kazanımlarını kurumsallaştırıyor.
Gelinen bu aşamada Türk devletinin ırkçı ideolojisinin bölünmeyi engellemesi
olanaksız.
Kürt burjuva hareketinin emperyalist
destekleri de biliniyor.
Erdoğan, devletin bazı yanlışlıkları
terk etmesi gerektiğini belirtiyor. “Milli
bütünlüğümüzü” sağlayacak olanın din olduğuna vurgu yapıyor. “Bir inanç birlikteliği bu insanların
bütünlüğünü sağlayabilir. Aksi takdirde milli bütünlüğümüzü sağlamak mümkün
değildir” diyerek, tek yolun İslam olduğuna işaret ediyor. İnsanları, daha
doğrusu 27 etnik yapıyı çimento gibi bir arada tutacak olanın sadece din
olduğuna inanıyor. Kürtlerin ayrı yaşamak isteklerinin de “Osmanlı eyalet sistemi” ile karşılanabileceğini açıklıyor. İşte
burada devlet ideolojisinin değişimiyle birlikte devlet biçiminin de değiştiğini
görüyoruz. Ancak yine Erdoğan’da kavram kargaşalığı devam ediyor. Daha doğrusu
yok o değil bu derken karışıklığa neden oluyor. “Ümmet kavramı içinde düşünmüyorum ki, İslam devleti planı içinde
düşünüyorum ‘Adil Düzen’ diye tanımladığım bir devlet çerçevesi içinde ele
alıyoruz. Ümmetin içinde zaten Hıristiyan, Yahudi’nin olması söz konusu değil.
Ama ümmet, Hıristiyan’la da, Yahudi’yle de kendi hukuklarını belirleyerek
yaşayabilir.” (Sf. 424) Bunları 2. Cumhuriyet tartışmalarında söylüyor,
henüz daha Tayyip, Refah Partili.
Erbakan Hoca’dan ayrılmış değil. “Adil Düzen” lafını geçirmesi o yüzden.
Ancak buradaki karışıklık “ümmet kavramı içinde düşünmüyorum” diyerek “İslam
devleti planı içinde düşünüyorum” demesinde bulunuyor. Aslında kafasının
içindekini net olarak ortaya koyamadığından karışıklık yaşatıyor. Ümmet ile
ümmet dışı olma ayrımının nereden kaynaklandığını ilerleyen sayfalarda
okuyacağınız Medine Sözleşmesinde gösteriyorum.
İslam’ın ne kadar demokrat,
hoşgörülü ve özgürlükçü olduğuna kanıt olarak iki de bir gündeme getirilen
Medine Sözleşmesi'nin üzerinde durmamız gerekiyor. Hem bizim Yeni
Osmanlıcılığın politik taktiklerini anlamamıza yardımcı olacak, hem de ümmet ve
tuzak meselesinin Erdoğan tarafından meydanlarda neden kullanıldığını
açıklayacak.
Neden böyle bir sözleşme yapılmış ve
sonra neden bu sözleşme çerçevesinde bir daha böylesine bir düzen kurulmamış
onu açıklamakta fayda var. Çünkü zırt pırt gönderme yapılıyor. Sanki İslamın
özü buymuş gibi. Oysa Medine Sözleşmesi ile kurulan düzen çok kısa ömürlü
oluyor. Ancak 2 yıl sürüyor. Bedir savaşı bitiş tarihinin başlangıcıdır. Ve
İslam bir daha Medine Sözleşmesinin ilkelerine geri dönmeme sürecine giriyor. O
gün bugündür İslam ile yönetilen ülkelerde özgürlük, hoşgörü ve demokrasinin
var olmasına asla olanak verilmiyor.
Muhammed'in Medine'ye gelişi birçok
inanmış kişi tarafından destansı özellikler taşıyarak yazılıyor-çiziliyor. Bu
doğaldır, çünkü insanlar çok önem verdikleri kutsal gördüklerine olağanüstü
özellikler yükleyerek onu daha da yüceltmek isterler.
Muhammed'in yaşadığı Mekke şehrini
değerlendirmemiz gerekiyor. Şehre Kureyş kabilesi hâkimdi. Muhammed,
Kureyşlilerin alt kolu olan Haşimilerdendi. Muhammed'in amcası küçük bir
tüccardı, özellikle kumaş alıp satardı. Muhammed de amcası ile birlikte
tüccarlık yapıyordu. Yazın Şam'a, kışında Yemen pazarına mal
götürüp-getiriyorlardı. O dönemde bütün tüccarlar ebced denilen hesabı
kullanıyordu. Ebced hesabı Arap alfabesinin rakamsal ifadesi oluyor. Okuma
yazması olanlar ancak bu hesabı yapabiliyordu. Tüccar olan Muhammed'in ve
ileriki yıllarda zengin ve büyük tüccar Hatice'nin kervanını tek başına Şam
pazarına götürdüğüne ve başarılı bir satış yaptığına bakılırsa Muhammed'in
okuma-yazma bilmiyordu iddiasının pek doğru olmadığı anlaşılıyor. Sonra gökten
inen ayetleri kim nereye yazıyordu? Mekke'de ilk inen 19 ayetlik İkra suresi "oku" ile başlar. Ve ayetleri
ahaliye sürekli "oku" diyerek iletir. Neden? Okuma yazma bilmeyenin
okuması olanaklı değildir. Ancak burada İslam yorumcuları "oku"
emrini "söyle" şeklinde yorumlamaktadırlar. Bu ayrımı ayeti gönderen
gücün yapamamasını düşünmek saflık olsa gerek. İşte size bir tartışma ve araştırma
konusu. Sadece belirterek geçmeyi tercih ediyorum. Bunun çok fazla önemi yok,
sadece belirtmek istedim.
Sermaye ne tür olursa olsun sürekli
örgütlenmeye gitmiştir. Muhammed'in yaşadığı dönemde de tüccar sermayesi kendi
içinde kendisine karşı örgütlenmiştir. Büyük sermayeyi temsil eden ve pazarda
egemen olan Kureyşli tüccarlar Hılfu'l-Mutayyebın adıyla örgütlenip kurallar
belirlemişlerdir. Kureyşliler kendileri dışındakilere baskı uyguluyorlardı.
Hılfu'l Mutayyebın dışında kalan tüccar sermayesi ki bunlar büyük olasılıkla
küçük sermaye gruplarıydı, Bu baskıya
karşı "Erdemli insanların yemini" anlamına gelen Hılfül Füdul
Cemiyeti ismiyle örgütlendiler. Muhammed 20 yaşında bu örgüte katıldı. Henüz
peygamber değil.
İslam kaynakları Hılfül Fudül'ün
ilkeleri olarak şunları yazar: İster Mekkeli olsun isterse dışarıdan gelen
olsun zulme uğradığında mazlumun yanında olmayı ve mazlum hakkını alıncaya
kadar zalimle mücadele etmeyi, parasal dayanışmayı ve eşitliği amaç edindiğini
belirtir. (Dr. Mithat Eser, C.Ü İlahiyat Fakültesi Dergisi, XIII/2, 311-329)
Günümüz İslam entilijiansı, Hılfül
Füdul'u Medine Sözleşmesine esin olduğunu yazar.
Evet, Muhammed alım-satım işi ile
uğraşıyordu, yani tüccardı. Onun zeki tüccar olması ikinci eşi de ölmüş olan
tüccar Hatice'nin dikkatini çeker. Hatice zengin tüccardır. Yani o döneme göre
oldukça büyük bir tüccar. Sermayeyi tek başına işletemeyeceği anlaşılıyor. Bir
yardımcı, özellikle de bir erkek arıyor. Muhammed dikkatini çekiyor. Belki de
birileri öneriyor. Kureyşlilere karşı direnme teşkilatına katıldıktan 3 yıl
sonra tüccar Hatice ile evleniyor. İki tüccar sermayesi birleşerek daha büyük
bir sermayeye ulaşıyor.
Sermaye hep büyümek istediği için
diğer sermaye gruplarıyla çatışma içerisinde olur. O tarihlerde Mekke
şehrindeki tüccar sermayesi de sürekli büyümek isteyerek daha çok zenginleşmeyi
hedefliyordu. Büyümenin daha çok mal satarak ve alırken daha ucuza alarak
olanaklı olduğu biliniyor. Yani yaratılan değerin daha büyük kısmına el
koymaktan geçiyor ama o malı pazarda satmak şart oluyor. Muhammed küçük
sermayesini Hatice'nin büyük sermayesi ile birleştirmesiyle hızla pazar
hakimiyetini de genişletiyor.
40 yaşında peygamberlik tebliğ ediliyor.
Muhammed'e peygamberlik ve kutsal ayetler tebliğ edildiğinde duyurulmuyor,
gizli tutuluyor. Duyurulmama nedeni büyük olasılıkla güvenlik ile ilgili
oluyor. Bir anlamda Müslümanlık inancına taraftar bulmak için gizli gizli bir
dönem çalışılıyor. Normal görmek gerekiyor. Çünkü Kureyşliler kendilerinin
dışındakilere baskı uyguluyor. İslam'ın açıkça icra edilmesi halinde terör
estirileceği tahmin ediliyor. Belirli bir güç birikimine ulaşıldıktan sonra
Müslüman inancı açıkça ifade edilmeye başlanıyor. Giderek yeni inananlar
ekleniyor. Mekke'de çok güçlü olan Kureyş kabilesi şehrin hâkimiyetini yitirme
korkusunu yaşamaya başlıyor. Müslümanlara baskı ve ekonomik ambargolar
uygulayarak etkisinin büyümesini engellemek için yoğun çaba sarf ediliyor.
Muhammed peygamber olduktan sonra 13 yılını Mekke’de geçiriyor. Namaz
vakitlerini duyurmayı içeren ezan hiç okunmuyor Mekke’de. Ha şunu da belirteyim
o zamanlar sabah ve ikindi olmak üzere iki vakit namaz kılınıyor.
Baskı oldukça yoğun. Şehre hâkim
olan pazara da, yani ticarete de hâkim olacaktır. Kureyşliler şehirdeki
egemenliklerini devam ettirmek amacıyla Müslümanlar üzerindeki baskıyı
artırıyor. Dayanamayanlar huzursuz oluyor. Ve Bir grup Müslüman 615 yılında
Medine’den önce Habeşistana göç ediyor. İkinci göçte bir yıl sonra yine
Habeşistan’a 616 yılında oluyor. Bu arada özellikle Haşimiler içinde
Müslümanlık yayılıyor.
Mekke ve Medine ticari ilişki
içerisindeydi. Birbirlerinin pazarlarına mal getirip-götürüyorlar. Ticaret,
insanlar arası ilişkilerdir. Muhammed ve diğer Müslümanlar da Medine'den
gelenler ile ilişki kuruyor onları etkileyip kendi saflarına kazanmak istiyor.
Oldukça da başarılı oldukları görülüyor. Anlaşıldığı kadarıyla o dönem
Medine'nin daha zengin ve daha rahat yaşanılacak şehir olduğudur. Çünkü Şam
ticaret yolu Medine'den geçiyor. Muhammed "Sizin hicret edeceğiniz yerin iki kara taşlık
arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi" diyerek, göçü teşvik ediyor.
Müslümanlığın
Mekke'de gelişmesiyle Kureyş kabilesinin ileri gelenleri toplanıyor.
Toplantının yapıldığı yerden ismini alan "Dârü'n
Nedve" kararını alıyorlar. Peygamber Muhammed'in nasıl öldürüleceği
tartışılıyor. Peygamberi kim vurduya götürmek istiyorlar. Onun için katılan
gruplardan birer ikişer görev alınması karara bağlanıyor. Topluca yapılacak
eylemde kimin vurduğu anlaşılmaz ve
kimse de cezalandırılmaz fikrinde birleşiyorlar. 40 kişilik bir ekip
oluşturuyorlar. Muhamed'in bu alınan kararlardan haberi oluyor.
Gülen tarikatı ile
Erdoğan/Davutoğlu savaş kliğinin iktidar çatışması 12 Eylül anayasa
referandumundan bir süre sonra başladığının işaretleri var. Bu iktidar
kavgasında da Gülen tarikatının operasyon hazırlığında olduğu haberini Erdoğan
alıyor. Muhammed önlem alırken kendini tuzaktan kurtarıyor. Fakat Erdoğan'ın
önlem almasına fırsat bırakmadan karşı taraf düğmeye erken basarak operasyonu
başlatıyor.
Muhammed'in ait
olduğu Haşimiler ile Kureyşliler aynı kökten geliyor. Ancak Kureyşliler daha
güçlü ve Mekke şehrine hakimler. Bu pazara ve ticarete de hakim olduklarını
gösteriyor. Aynı kökten geldikleri için ne kadar problemli olsalar da yine
Müslümanlığı yayma faaliyetleri ile ilişkili oluyorlar. Belki de bu ilişki
"Dârü'n Nedve" kararının Muhammed'in haberdar olmasını sağlıyor.
Çünkü Muhammed, kendisine Allah tarafından Medine'ye göç etme iletildiğini en
yakınlarıyla paylaşıyor. O gece kendi yatağında Ali'nin yatmasını istiyor. Ali,
geceyi Muhammed'in yatağında geçiriyor. Muhammed'i öldürmek için evi kuşatan
Kureyşliler sabahleyin kapıdan Ali'nin çıktığını görünce ne yapacaklarını
şaşırıyorlar. O gece olanlar ve sonrası dini kaynaklar Allah'ın nasıl
Muhammed'e yardım ettiğini, bu yardımlar sonucunda Kureyşlilerin takiplerinden
kurtulmak için sığındıkları mağaranın girişini örümcek ağları ile ördüğünü,
takipte ısrarcı olan Kureyşlinin çölde atının kuma batması ile gidemez olduğunu
ve sonrada Muhammed'den etkilenmesiyle "o
tarafı ben aradım yoklar" diyerek, takipten kurtulmasını sağladığını
gerçek ötesi bir söylence diliyle anlatıyor. İşte bu olaya ilişkin ayet
sonradan geliyor. "Hani kâfirler
seni tutuklamak veya öldürmek, ya da (Mekke'den) çıkarmak için tuzak
kuruyorlardı. Onlar tuzak kuruyorlar. Allah da tuzak kuruyordu. Allah, tuzak
kuranların en hayırlısıdır'' (Enfal suresi 30. ayet, Diyanet İşleri
çevirisi) Tayyip Erdoğan'ın bunu
bilmemesinin olanağı yok. Bal gibi biliyor ve bilerek Fethullah Gülen ile
girdiği iktidar kavgasında bu tuzak sözünü kullanıyor.
Medine'ye göçe ara vererek Tayyip
Erdoğan'ın tuzak kurma nutuklarına değinmek istiyorum. Çünkü, çok ama çok
önemli. Birçok kişinin dikkatinden kaçan ama Tayyip'in kendisini neyin, kimin
yerine koyduğunu işaret eden o Kuran'da Mekke'ye ilişkin yazılanlarda gizli.
Muhammed'in Medine'ye göçüne neden olan gelişmede gizli. Mekke'de
Kureyş kabilesi ile Peygamber Muhammed'in Haşimileri arasında şehir hakimiyeti
kavgası olduğu biliniyor. Bütün yazılanlar bunu kanıtlıyor. Müslümanların
sayısının artmasıyla hakimiyetlerinin tehlikeye düşmekte olduğunu gören
Kureyşlilerin önde gelenleri Muhammed'den
kurtulmak için gizlice toplandıklarını ve "Dârü'n-Nedve" kararını
alarak Muhammed'i öldürmek istediklerini belirtim.
Tayyip Erdoğan.
Fethullah Gülen ile iktidar kavgasında ne diyordu "oğlumdan bana gelmek istiyorlardı" yani beni tasfiye
etmek, iktidardan düşürmek ve etkisiz hale getirmek istiyorlardı. Kureyş
kabilesi de Muhammed'i öldürerek etkisiz hale getirmek istiyor. Bu paralelliği
kuruyorum çünkü o meydan nutuklarında tuzak cümlelerini neden kurduğu
anlaşılsın diye.
Bu iktidar kavgası
henüz daha yolsuzluk operasyonu boyutuna gelmeden önce Tayyip haberdar. 2013
yılının Temmuz ayında tuzaklı cümleler kurmaya başlıyor. İlk tuzaklı
konuşmasını MÜSİAD'ın Haliç Kongre Merkezi'nde düzenlediği iftara katıldığında
yapıyor. Fakat Türkiye'deki iktidar kavgası ile ilgili değil. Aynı şekilde
Müslümanlığı yorumlayıp İslam ideolojisi olarak dünya görüşü kabul ettiği
kankası Mursi ile ilgili "Mısır’da
gördüğümüz gibi meydanlar medya, sosyal medya, illegal gösterilere zemini
hazırlıyor ve silahlı güçler, onun arkasından gelebiliyor. Tüm bu oyunların,
senaryoların hesaba katmadığı bir nokta var. Onların nasıl tuzakları
varsa, Allah’ın da bir tuzağı var."
AKP
iktidarına muhalif gazetecilerin çoğu "Allah tuzak mı kurarmış hiç"
diyerek, Tayyip Erdoğan'a yüklenmeye başlıyor. Bu gazetecilerin Erdoğan'ın
ideolojisinden ne kadar habersiz oldukları anlaşılıyor. Zaten farklı bir şey
beklenemezdi. Gazetecilik refleksiyle neden Allah'ın tuzağından söz etti
diyerek, araştırma zahmetinde bulunmuyorlar. İşin hemen kolayına kaçarak
Müslüman ahalinin duygularına seslenme yolunu seçerek sözüm ona yıpratmaya
çalışıyorlar. Ama Müslümanlık bilgisine sahip olanlar, Kureyşlerin Muhammed'e
kurduğu tuzak olayını ve o tuzağa ilişkin kitapta yazılanları biliyorlar. Bu
araştırma yoksunu tembel gazetecilerin yazdıklarından haberdar olduklarında
sadece gülüyorlar. Tayyip'i yıpratalım derken cahilliklerinden dolayı Tayyip'i
yüceltiyorlar.
Tayyip'in Gülen tarikatının bazı operasyonlar için
hazırlık yaptığı bilgisine 2013 yılının Ağustos'un 13. gününe geldiğimizde
ulaştığını anlıyoruz. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, CNR Fuar Merkezi'nde
düzenlenen TÜMSİAD Uluslararası Kobi Şurası ve TÜMEXPO Genel Ticaret Fuarı'nın
açılışında konuşuyor "Aylardır önemli bir ifade kullanıyorum. Onlar tuzak
kuracaklar. Önce Allah sonra millet bu tuzağı bozacaktır. Eğer onlar tuzak
kuracaksa, Allah'ın da milletin de bir tuzağı vardır."
Millet
falan diyor ama işin millet boyutu yaşadığımız dönemde sandık olayından dolayı
kullanılıyor. Esas “Allah” vurgusu çok önem kazanıyor. 21. yüzyılın özelliğinden
ve ülkemizin çok partili seçim sisteminde AKP’nin birinci parti çıkıyor
olmasından dolayı millet sözcüğü ekleniyor. Ve sandıkla ilişkili olduğu için
milletten arındırılarak tuzaklı konuşmaları değerlendirmek gerekiyor.
Tayyip,
operasyonun başladığı 17 Aralık günü Konya'da toplu açılış töreninde konuşuyor.
"Birilerinin topu tüfeği varsa,
hilesi hurdası varsa, neyi olursa olsun bizim Allah'ımız var. Bize o yeter.
Bize millet yeter millet, siz yetersiniz. Allah bes bâki heves"
Önceden bilgisi olan Tayyip'in cemaat tarafından yapılacak operasyonların
başladığını Konya'da öğreniyor. Bilal'i de o tatlı uykusundan uyandırıyor.
Bilal'e güvenmediğinden Sümeyya'yı da stoktaki milyonlarca parayı eritmesi için
gönderiyor. Burada Tayyip'in söylemek istediği son cümle "Allah bes bâki heves"in anlamı "Allah her şeye
yeter, geriye kalan boş istektir, hevestir." Yani Tayyip, Allah’ın Gülen'i
sevmediğini, Allah esas olarak kendisini sevdiğini ve benimde onu yeryüzünde en
iyi temsil eden, dini koruyan, yayan olduğumu biliyor. Onun için Allah'ın gücü
beni korumaya, "düşmanları" etkisiz hale getirmeye yetecektir.
İnanmışların yorumuna göre: "Allah bes" diyen Allahü teâlâya tevekkül
etmiş olur. Tevekkül de vekil etmek anlamına geliyor. Böylece Tayyip kendini
"Allah bes" diyerek yeryüzünde tevekkül etmiş oluyor. Ve kötüleri,
dine zarar verenleri Allah'ın gücüyle bertaraf edeceğine inanıyor.
"Onların
tuzakları varsa milletin de Rabbimizin de tuzağı var." (24 Mart 2014, Karabük miting
konuşması)
Evet, Allah'ın tuzağı bozması,
tuzak kurması, düşmanları etkisiz hale getirmesi söyleminin Mekke'de Peygamber
Muhammed'e kurulan tuzağı Allah'ın bozduğunu anlatan Enfal Suresinin 30.
ayetinin zemin oluşturduğunu böylece ortaya koymuş oluyorum. Tayyip'in
kendisini seçilmiş kişi yerine koyduğu anlaşılıyor. Seçilmiş kişi diğerlerinden
üstün kişidir, yeryüzünde Allah'ın tevekkülüdür.
Kişinin psikolojisi çevresiyle
zenginleştirilir. Kişi kendini nasıl görüyorsa çevresindekilerin de öyle
görmesini ister. Çevresi bu mesajı alır, kimisi içten inanarak, kimisi de
yalakalık olsun diye duymak istediklerini söyler. Çevresinin söyledikleri zaten
kendisinin duymak istedikleri olduğundan kişi kendini ifade edilen o mevkide
olduğuna iyice inanır.
“Recep Tayyip Erdoğan bizim için ikinci
peygamber gibidir.” (AKP Aydın İl Başkanı İsmail Eser)
“Sayın Başbakanımıza dokunmak bile inanın bence ibadettir” (AKP Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin)
“Başbakanımızın doğduğu şehirlerde mübarektir.” (AKP milletvekili Egemen Bağış)
“Başbakanımızın çıkacağı televizyon yere
konmaz.” (AKP’li Çayeli Belediye Başkanı Rıza Çakır)
“Başbakan’ın yaptığını yapmak sünnettir.” (Sağlık Bakanı yardımcısı Agah
Kafkas)
Muğla Anadolu İmam Hatip Lisesi Müdürü Mehmet
Şinasi Çövüt "“Son tartışmalarda
Başbakanımız’a karşı çıkanların hangisi genelevlere, kadınların bir meta gibi
alınıp satıldıkları, seks kölesi olarak kullanıldıkları içkili gece
kulüplerine, tavernalara, kadın vücudunun pazarlandığı otomobil, araba lastiği
reklamlarına karşı çıkmıştır? Yeryüzüne halife olarak gönderildiğinin
bilinci ile sadece kendi hayatını değil, kendi hayatı nasıl kutsalsa
diğerlerinin hayatlarını da öylece kutsal sayarak hareket eden, ailelerin
şeref, haysiyet ve insanlık onurunu ayaklar altına alınmaktan kurtarmaya
çalışan Sayın Başbakanımızdan Allah razı olsun. Kendisine bir Müslüman olarak
en derin saygı ve sevgilerimi sunuyorum."” (T24 internet
gazetesi)
Tayyip
Erdoğan kendisi için söylenenlerin sadece birisine, orada da söyleyene tepki
vermiştir. Diğerlerinin hiç birine, hiç bir zaman "hayır" dememiştir.
Böylece Mekke'de tuzak kime kurulmuşsa 21. yüzyılın Türkiye'sinde de o
özelliklere sahip olan kişiye tuzak kurulmuştur. Ama o tuzaklar Tanrı'nın
yardımıyla etkisiz hale getirilmiştir.
Tekrar Medine Sözleşmesine
dönmemizin zamanı geldi. Medine'de Muhammed'e inananlar ile inanmayanlar
yaşamaktadır. Bunlar aynı zamanda sürekli çatışma halindedir. Muhammed ile
Medine'ye gelen Müslümanlar yoksuldur. Medineli Müslümanlar kendilerine ait
evleri, hurma bahçeleri ve toprağın işlenmesini Mekke'den gelenler ile
"paylaşırlar." Müslümanlar iyice güçlenip hakimiyet kurduklarında bu
kayıpların karşılanması için ganimet savaşları yapılacaktır.
Medine antlaşması iki kesimden oluşur. İlki İslamı kabul etmiş olanları
kapsar diğeri ise Müslümanlar ile Müslüman olmayanları kapsar. İşte Tayyip'in
Kürt sorunu çözümünde "ben ümmet olarak görmüyorum" deyişinin
kökeninde bu yatar. Oysa A. Öcalan'ın önerisi ile bir araya gelen Demokratik
İslam Kongresinin sonuç bildirisi Ümmet tanımlamasıyla herkesi kapsar.
Tayyip'in buradaki ayrımı inanmışlık düzeyinde olup onun öngördüğü ve tarafı
olduğu mehzepi kapsadığından şüphem yok. Çünkü her konuşmasında kendi
mehzebinin dışında kalanları aşağılamakta ve onları kendisine tabii olmaya
zorlamaktadır.
Medine sözleşmesine göre, her
topluluk kendi dinini serbestçe yaşayacak, topluluklar arasında çatışmalar sona
erdirilecek, şehir dışından saldırı olursa Medine hep birlikte savunulacak,
Medine'deki topluluklardan biri Medine dışındaki bir toplulukla savaşırsa diğer
topluluklar ona yardımcı olacak. Müslümanlar ile Yahudiler arasında anlaşmazlık
çıkarsa Muhammed'in hakemliğinde çözülecek.
Medine anlaşması Müslümanları
bağımsız bir topluluk olarak tanımlamıştır. Ve kendi iç hukukunu oluşturmuştur.
"Temel mesele esiri esaretten kurtarmak ve kan diyeti/bedeli
hususunda fakirlik ve borçluluk nedeniyle ödeme imkanı bulamayanlara destek
sağlanmış, bu yolla toplumdaki sorunlara çözüm üretilmiştir. Burada hisseye
yardım edilmesi belirlenmiştir. Gizli ittifaklar, geçmişte olduğu gibi habersiz
antlaşmaların yapılması durdurulmuştur. Müminler arasındaki zulüm, suç işleme,
düşmanlık ve fesat çıkarmayı önlemiştir. Bu suçları işleyen bir müminin evladı
dahi olsa onun bundan vazgeçirilmesi esasa bağlanmıştır. Müminler kafir için
mümini öldürmeyecekler ve kafire yardım etmeyeceklerdir. Müslümanlarla antlaşma
yapan kesimlerin hakları müsavi kabul edilmiştir. Her hangi bir mümin
muhataplara haklarını temin edebilecektir. Müminlerin tamamı birbirinin
müttefiki kabul edilmiştir. Tüm bunlar Müslümanlarla ilgili olarak
belirlenmiştir."(Prof.
De. İsa Yüceer, 25 Ağustos 2012, isayuceer.blogspot.com/2012/08/medinede-ilk-yazili-antlasma.html)
Anlaşmanın ömrü iki
yıl sürüyor. Yapılan anlaşma İslam ideolojisini benimsemiş olanlara önemli
kazanımlar getirirken, Mekke şehrinin hakimiyetini elinde bulunduran ve
onlardan intikam almayı her zaman fırsat kollayan Muhammed'e avantaj sağlıyor.
Geçen iki yıllık süreyi askeri, politik ve ekonomik olarak çok iyi
değerlendiren Muhammed iki yıl sonra Kureyşlilere savaş açıyor.
Şam ticaret yolu üzerinde bulunan Bedir
kasabası Medine'ye 120 km uzaklıktadır. Mallarla yüklü kervanlar Mekke-Medine
arasındaki bu yolu kullanarak Şam'a ulaşırlar.
Aslında Muhammed'in planı savaş değil yağmaydı. Mekke'de
Müslümanları ekonomik, sosyal baskı altına alan Kureyşlilere Müslümanlar
kervanlarına saldırarak yağmalıyor. 624 yılının Mart ayında Kureyşlilerin çok
büyük kervanının Şam'a gideceği haberi geliyor. Medine göçten sonra gecen iki
yıl içinde şehrin iç çatışmasını barış ortamına döndürmesi ile oldukça
örgütlenmiş ve güçlenmiş olan Muhammed bu kervana saldırarak hem ekonomik
olarak büyük bir vurgun vurmak, hem de Kureyşlilerden intikamını almış olmayı
planlıyor. 313 kişilik silahlı bir
"ordu" ile yağmayı gerçekleştirmek istiyor. Ancak Saldırı haberini
alan Kureyşliler kervanın yolunu değiştirerek kurtulmayı seçiyorlar. Fakat
Kureyşliler Müslümanlara haddini bildirmek istiyor. 900 den fazla silahlı güç
ile yola çıkıyorlar. Kervana saldırmak için Bedir yolunu kuşatmak isteyen
Muhammed ile savaşa tutuşuyorlar. Savaş Müslümanların kazanmasıyla
sonuçlanıyor. Böylece daha da güçleniyorlar. Muhammed gücünün farkında olduğu
için kendine inanmamış olanları Müslüman olmaya çağrıyı planlıyor. Önemli bir
güç olan Yahudileri hedefine alıyor. Yahudiler Kaynuka denilen bölgede yaşıyor.
Kuyumculuk, Zanaatçılık, tüccarlıkla ve çiftçilikle uğraşıyorlar ve oldukça
zenginler.
Bedir savaşından
sonra İslam kaynakları Müslümanların kazandığı savaşı küçümseyici konuşmalar
yaptıklarını bu yüzden Muhammed'in buna içerlediğini yazıyor. Örneğin Genç
Teffekkür Dergisi "Yahudiler
Müslümanların zafer elde etmelerini hazmedemeyerek alaycı tavır ve sözlerle
Müslümanları incitiyorlardı" diye yazıyor. (Emine Güneş, sy 54
Haz-Tem. 2011)
Muhammed,
Yahudilere İslam'ı tebliği etmek için Kaynuk Yahudi pazarına gidiyor. Oysa
Medine anlaşması herkesin kendi dinini serbestçe yaşama hakkı tanımıştı ama
olsun Muhammed tebliği Allah tarafından iletildiğini kabul ediyor olsa gerek
Yahudilerin pazarına giderek onları "Ey
Yahudi topluluğu! Kureyş'in başına gelenleri gördünüz. Aynı akıbet sizinde
başınıza gelmeden, gelin Allah'a ve Resulüne iman edin" diye çağrı
yapıyor. (aynı kaynak) Bu durumda anlaşmayı kim bozuyor? Üstelik Muhammed
"sizinde başınıza gelmeden" diyerek, tehdit etmiş olmuyor mu? Evet,
İslam'ın hoşgörüsü, özgürlüğü buraya kadar. Yeterince güçlendiğine
inanıldığında ya benden olacaksın, ya sesini çıkarmayacaksın, ya da biat
edeceksin, yoksa, yoksa, yoksa yoksun! Doğal olarak Yahudiler bu çağrıya olumlu
yanıt vermiyor. Aynı kaynak devam ediyor. Hani "dini bütün" kaynak
olduğu için aktarıyorum. "Resulullah
yapılmış olan anlaşma gereği bir şey demedi ve Medine'ye geri döndü.
Resulullah, Kaynuka Yahudilerine bir ders vermek istiyordu, ama anlaşma gereği
bunu yapamıyordu. Açıkça bir düşmanlık yapılmadığından anlaşmaya sadık kalmak
zorunda kalıyordu." Demek ki günümüzde Tayyip'in burjuva hukukunu bile
hiçe saymasının ideolojik mayasını 624 yılında görüyoruz. Muhammed, Yahudilere
saldıracak onlara "bir ders verecek" ama anlaşma elini kolunu bağlıyor.
Yani niyet iyi değil. Saldırı daha doğrusu Yahudilere derslerini vermek için
fırsat kollanmalı eğer fırsat oluşursa hemen acilen değerlendirilmeli.
Günümüzde Tayyip'in uyguladığı politikalara ne kadar çok benziyor değil mi?
Tapeleri hatırlayalım. Dışişleri bakanlığında yapılan toplantıda Suriye'ye
saldırmak için neden yaratma planlarını. Ne diyordu Tayyip'in has adamı MİT
Müsteşarı Hakan Fidan "Suriye'de
bağlantılı olduğumuz silahlı güçlere 3-5 bomba attırırız" böylece
saldırma koşulları oluşmuş olur. Yahudiler de bu malzemeyi veriyor. Müslüman
kadını küçük düşürücü bir davranış içinde oluyorlar. Müslüman kadının Yahudi
pazarına kendi isteğiyle mi gitti, gönderildi mi bilinmiyor. Bu soru olarak
kalıyor. Çünkü Muhammed, İslam'a çağrısının Yahudiler tarafından reddedilmesine
çok içerlemişti. Biat etmeyenlere ne olacağını göstermek gerekiyordu. Medine
Sözleşmesi ihtiyaç olmaktan çıkmıştı. Artık bu "araca" gerek yok.
Tayyip Erdoğan'ın "demokrasi amaç
değil, araçtır" sözünü hatırlatmakta fayda var. Kendi topluluğuna
tepeden tırnağa hakim olan Muhammed, Meddine'de de mutlak hakim olmalıydı.
Böylesi bir aşamada inanmışlarından birinin Yahudi Pazarına gitmesi pekte iyi
niyetli değil gibi görünüyor. Müslüman kadına yapılan bu hakaret başka bir
Müslüman erkeğin müdahalesi ve onun öldürülmesi sonucunda ortam olgunlaşmış
olur. Aradan 1389 yıl geçtikten sonra benzer bir durumu üzülerek ve endişe
duyarak yaşadık. Hala da yaşamaya devam ediyoruz. "Benim başörtülü bacıma
saldırdılar" Evet, Taksim direnişi sırasında meydanlarda Tayyip sürekli bu
yalana sarıldı. Sürekli kitleyi kışkırtmak istedi. Müslüman kesiminin
hassasiyetini sürekli kaşıdı. Aradan bir yıl geçti hala daha "başörtülü
bacıma saldırdılar", "Camide içki içtiler" kışkırtıcılığından
vazgeçmiyor. Müslüman toplumunda var olan başı örtülü kadın ve cami
hassasiyetini bilerek kaşıyor. Muhammed silahlı adamlarıyla 20 Nisan 624
tarihinde Kaynuka Yahudilerine saldırıyor. Yahudiler kalelerine sığınıyor.
Muhammed'in askerleri kaleyi kuşatıyor. Yahudiler canlarını kurtarmak için
mallarını mülklerini bırakarak şehri terk etmeyi kabul etmek zorunda
kalıyorlar.
(Bu yazı henüz daha tamamlayamadığım Şef'in Ustalığı: Korku Diktatörlüğü kitabımın "Kürt Sorunu ve Medine Sözleşmesi" başlıklı bölümünden alınmıştır.)
Comments
Post a Comment