Seçim Sonuçları Ne
olursa Olsun Bu Seçimlerin Kazananı Kürtlerdir.
Bu seçim 3 aşamadan oluşan seçimlerin finalidir. Birinci
ayağı yerel, ikincisi cumhurbaşkanlığı seçimiydi. Her iki seçimi de İslamcı
burjuvazinin siyasal örgütlenmesi olan AKP kazanarak amacına oldukça yaklaştı.
Ancak devletin yeniden yapılandırma süreci tamamlanmadı. Diktatörlüğün
kurumsal-laşması ve savaş ekonomisinin uygulanması için AKP'nin 7 Haziran
seçimlerinde istediği sonuca ulaşması gerekiyor.
Seçime ilişkin alacağınız tavırla, tercihinizle ya İslam
Türk Diktatörlüğünün Ortadoğu'da Sünni İslam İmparatorluğu kurmayı hedeflemiş
olan savaş siyasetine dur diyeceksiniz ya da kolaylaştırıcı olacaksınız. Bunlardan
başka bir seçenek yok!
7 Haziran seçimi önceki seçimlerden çok daha fazla anlam
içeren, sadece milletvekili seçimi değil ülkemizin kaderini, toplumumuzun
geleceğini çok ama çok etkileyecek bir seçim.
"Laik seçkinci
burjuvazi"nin, Kürtlerin, solcuların, hatta HDP oy vermeyecek ama
diktatörlüğe karşı olanların gizli umudu HDP'nin barajı aşmasıdır.
Bütün partiler AKP'yi geçemeyeceğini kabul etmiş durumdadır.
Ana muhalefet olan CHP'nin bile hedefi yüzde 35 oy almaktır. Dikkat edin
birinci parti olmak değil. Bu kabulleniş iktidar hegemonyasının toplumun
üzerine nasıl çöreklendiğinin kanıtıdır.
Girdiği her seçimde hileli veya hilesiz sürekli birinci
parti çıkan AKP'nin bugün yüzde 40'ın altına nasıl düşer tartışması
yapılmaktadır. Demek ki eşik yüzde 40'tır. Buradan şöyle bir sonuç çıkarmak
olanaklıdır; AKP iktidarının yenilgisi yüzde 40 altında oy almaktır.
AKP bir çok gücün, özellikle dini referans almış güçlerin
koalisyon örgütlenmesidir. Bu koalisyon içindeki güçlerin her biri iktidarın nimetlerinden faydalanırken suç
işlemiş olması onlara iktidarda kalmayı dayatmaktadır. Bir birlerine
muhtaçtırlar. İktidardan düşmemek için her şeyi yapacaklardır. AKP koalisyonun
bütün güçleri suç zeminde birleşmişlerdir. Hiç biri iktidarın en üstündeki güce
karşı gelecek, onu terk edecek durumda değildir. Bugünkü telaşları,
saldırganlıkları, ona buna yağıp-gürlemeleri "eyvah iktidar
tehlikede" korkusunu yaşıyor olmalarındandır.
AKP'de iki temel güç bulunmaktadır. Biri Yeni Osmanlıcılığı
bayrak edinmiş fetihçi, diğeri mandacılığı kabullenmiş güçtür. Bu iki gücün en
görünün ayrışması Başkanlık sistemidir. Erdoğan/Davutoğlu savaş kliği
fetihçiliği, Abdulllah Gül'ün etrafında toplanmaya başlayan güç mandacılığı
temsil etmektedir. Fetihçiler Ortadoğu'da kendilerini merkeze koyarak Sünni
İslam enternasyonalizmini örgütlemişler ve ülkemizi yasal-yasal olmayan her türlü silahlı-silahsız Ortadoğu'daki Sünni
örgütlerin merkezi durumuna getirmişlerdir.
Fetihçiler, 12 Eylül anayasa referandumundan sonra gerek
ülke içinde gerekse de özellikle Ortadoğu'da girdikleri ittifaklar sonrası
yeterli güce ulaştıklarına inanarak emperyalistlerin Ortadoğu taşeronluğunu
sulandırmışlardır. Bunun anlamı emperyalistlerin Ortadoğu politikasını
belirleyen bir; Ortadoğu enerji kaynakları, iki; ticari geçiş yolları, üç;
İsrail'in refah ve güvenliğinin tehlikeye düşmesidir. Erdoğan'ın Refah Partisi
Beyoğlu İlçe Başkanıyken emperyalistler ile kurduğu çıkar ilişkisi böylece
bozulmuş ve emperyalistler için "halının altına süpürme" vakti çoktan
gelmiştir.
Mandacılar, özellikle Birleşik Devletler emperyalist gücünü
dünyanın mutlak gücü olarak kabul ettiklerinden, onların istemleri ve
beklentilerini gözeterek yavaş, tedrici bir şekilde sabırla amaçlarına ulaşmak
istemektedirler.
Türkiye'nin liberalizmin hocası ekonomi prof'u Süleyman
Yaşar'ın dediği gibi "neden yazdık bütün bunları?"
Eğer seçim sonuçları emperyalistlerin ve laik seçkinci
burjuvazinin beklediği şeklinde olursa İslam ideolojisini bayrak edinmiş olanlardan
kurtulmamız yakın tarihte olanaklı olmadığına dikkat çekmek için...
Seçim sonrasına ilişkin senaryolardan biri AKP içinde bugün
sessizce gelişmeleri izleyen mandacılar, fetihçilerin seçim yenilgisini
beklemektedirler. Eğer seçim sonuçları muhalif burjuvazinin istediği düzeyde
olursa ilk denemeye konulacak olan mandacı İslamcılar ile CHP koalisyon
hükümetidir. Bu koalisyon hükümetini isim vermeden Kemal Derviş'te "şu anda Türkiye'nin bir koalisyon hükümetine
ihtiyacı var" diyerek dillendirmiştir. Kemal Kılıçdaroğlu'nun
danışmanların-dan olan ve İstanbul milletvekili adayı gazeteci Barış Yarkadaş'ın
da Halk TV'de "yok böyle bir
şey" diyerek A. Gül'ün başına geçtiği AKP ya da AKP'den kopmalar ile
A. Gül başkanlığında kurulmuş yeni bir parti ile CHP koalisyon senaryosu budur.
Kılıçdaroğlu da kendisine yöneltilen "AKP ile koalisyon kurar mısınız?" sorusuna "Hırsızlarla koalisyon olmaz"
diye yanıt vermesi kısmen bunu çağrıştırmaktadır. Neden? Dikkat ederseniz
Kılıçdaroğlu "hırsızlar"
demektedir, AKP değil. A. Gül hırsızlığa bulaşmamış görünmektedir. 17-25 Aralık
operasyonu fetihçileri hedeflemiştir. A. Gül, B. Arınç vb operasyon hedefinde
değildir. Yani mandacılar "temizdir". Dolayısıyla AKP'nin içindeki
hırsız olmayanlar ile koalisyon yapılabilir yorumunu çıkarmak yanlış değildir.
Zaten böyle bir durumda ekonominin başına da koalisyon hükümeti isteyen Kemal
Derviş gelmeye hazırdır.
Kısa parti çözümlemeleri
Seçmenin siyasi tercihlerini ve partilerin bugünkü durumunu
anlayabilmek için bu çözümlemeyi yapmak zorundayız. Seçmenin siyasi
tercihlerinin değişmesinde önemli etken emperyalist güçlerin “ılımlı İslam”
projesi ve bu projenin kolaylaştırıcısı 12 Eylül darbeci generalleridir.
Eskiden kitlelerin Müslüman inancı özel çalışmalar ile
böylesine siyasallaştırılıp İslam ideolojisi boyutunda değildi. Müslüman inanç
sahiplerini Erbakan’ın partisi İslam ideolojisi boyutunda temsil ediyordu.
Merkez partiler 12 Eylül öncesi Demirel’in AP ile bir dönemin “zehir hafiyesi”
diye ünlenen Faruk Sükan’ın DP’si temsil ediyordu. A. Türkeş’in partisi sokak
militarist güçleriyle Türk milliyetçiliğini Turan hedefinde örgütleyerek terör
yöntemleri uygulayan faşist partiydi. Türkiye’ye özgü sosyal demokrat partiyi
CHP temsil ediyordu. O dönemin sosyalist partileri de TİP, TSİP’ti. Bugün
kendilerini yasal parti olarak ifade eden "radikal solcular" o
dönemin illegal örgütleriydiler. 12 Eylül darbesi sonrası AP’nin yerini
Demirel’in DYP'si ve yine merkez parti diyebileceğimiz ama İslam’a vurgu
yapmayı ihmal etmeyen Özal’ın ANAP’ı aldı. Mesut Yılmaz’ın Genelbaşkan
olmasıyla İslamcı yanı tırpanlanarak merkeze tam olarak yerleşti. Bu merkez partilerin
toplam oyları yüzde 40 ile 55 bandı arasındaydı. A. Türkeş ile N. Erbakan’ın
partisi ve aralarına aldıkları Islahatçı Parti gibi küçük partilerden oluşan
birlik seçimlerde barajı zorlukla aşabiliyorlardı. 12 Eylül darbeci
generallerinin ve Özal hükümetlerinin İslam ideolojisinin kitleleri hızla
etkilemesi için yarattıkları kolaylıklar 28 Şubat darbesi ile Erbakan siyasi
teşkilatının çözülmesi ve Yeni Osmanlıcılığın siyasal örgütlenmesi olan AKP’nin
ortaya çıkışı Merkez partilerini sildi.
Alpaslan Türkeş’in ölümünden sonra MHP’ye Genelbaşkan olan
Devlet Bahçeli hem 12 Mart, hem de 12 Eylül darbelerinde kendilerinin devletten
nasıl dıştalandığını yaşayarak öğrenmiş olması ve devletin baba şefkati ile
kendilerini bağrına basmadığı sürece sokak terörüne başvurmama tavrı MHP’yi
yeni bir siyasi taktik uygulamaya yöneltti. Devlet Bahçeli, Ülkü Ocaklarında
örgütlenmiş sokak terörü taraftarlarını etkisiz hale getirdi. Önce Turğrul
Türkeş sonrada Koray Aydın bu sokak terörü heveslilerini örgütleyerek Devlet Bahçeli’nin
karşısına aday olarak çıktı. Partiyi ele geçiremediler. Devlet Bahçeli terörden
arınmış parti algısını ama ırkçı milliyetçi söyleminden vazgeçmeden MHP’yi
merkeze çekti. Eskiden ANAP ve DYP yönelen merkez seçmenin büyük bölümü bugün
MHP ile AKP arasında paylaşılmış durumda. Kürt hareketinin memleketi böleceği
kaygısını hisseden Türk milliyetçisi konumundaki seçmen MHP’ye Müslüman inançlı
seçmende AKP’ye gitti. AKP’ye gitmiş ama siyasallaşarak İslam ideolojisinin
bireyi olmamış merkez seçmeni bugün MHP’ye yöneldiği görülüyor. Çok az bir
kesimde belki yüzde 2-3 bile olmayan seçmenin de CHP’ye kaydığını tahmin etmek
zor olmasa gerek.
Yapılan araştırmalar, anketler ve de kitlelerin tavrı
dikkate alındığında bugün AKP’nin yüzde 25 oyu olduğu görülüyor. Bu yüzde 25 bu
toplumun İslami değerler ile yöneltilmesini istiyor. Yanında tuttuğu ezici
çoğunluk Müslüman inanç sahibi olan diğer yüzde 25’lik kesime sıkı sıkı sarılıyor. Bütün hesapları
yüzde 40’ın altına düşmeme üzerine yapıyor. İnanç sahibi Kürt seçmende bu yüzde
25’in içinde bulunuyor. HDP ile AKP’in bütün kavgası işte bu inanç sahibi
Kürtleri kazanmak uğruna yapılıyor. Eğer HDP barajı aşarsa özellikle büyük
şehirlerde AKP'ye giden Kürt oyları almasıyla olanaklı olacak. Belki Dersim
gibi bölgelerde CHP’ye giden alevi oyları alabilir ama Batıdaki CHP’yi tercih
eden alevi oylarını çekebileceğini tahmin etmiyorum. Bunun hem sosyal hem de
psikolojik boyutu bulunuyor.
İnsanı en çok memnun eden
doğaya olan bağımlılığının azalmasıdır. Buna bir anlamda yaşamın
kolaylaştırılması da diye biliriz. Adnan Menderes toplum tarafından neden çok
sevilmiştir? Makineleşme ve alt yapı yatırımların geliştirilmesi yaşamı
kolaylaştırmıştı. Sıradan insan için bu çok önemlidir.
Çok geriye gitmeden ilk ANAP
hükümet dönemini gözleri-mizin önünde canlandırmaya çalışalım. Şehirler arası
telefon görüşmesi için önce o ilin santralına bağlanıyorduk sonra saatlerce
bekliyor ve diğer ildeki kişi ile görüşebiliyorduk. Özal geldi otomatik telefon
santrallerini kurdu. İnsanların saatlerce telefon başında beklemesi son buldu.
Böylece toplumda memnuniyet oluştu.
Peki yaşamı kolaylaştıran bu
uygulamaları Özal ve benzer-lerinin, insanı çok sevdikleri için mi yaptı?
Kocaman bir hayır.
Kapitalizmin gelişmişlik
düzeyi meta-para değişimini hızlandırmayı dayattı. Kapitalizm için ulaşım ve
haberleşme ne kadar çok hızlı yapılırsa meta-para değişimi de o kadar hızlanır.
Böylece sermayenin büyümesi hızla gerçekleşir. CHP'nin "Mega Kent
Projesi"nin bir ayağı da bunu içerir.
Bilim günümüzde kapitalizmin
hizmetindedir. Her yeni buluş teknoloji olarak üretimde yerini alır. Otomatik
telefon santrallerin hayatımıza girmesinin nedeni kapitalizmin ihtiyacındandır.
Ama bu ihtiyaçlar çoğu kez insanların yaşamlarını ister istemez kolaylaştırıcı
şekilde etkiler. Aynen internet gibi. Ama bu haberleşme ağının kapitalizm
tarafından geliştirilmesi aynı zamanda işçi sınıfı mücade-lesinde örgütlenme,
haberleşme ve harekete geçmede de kolaylıklar sağlar. Diyalektiğin güzelliği
buradadır. Hep karşıtlar birbirini etkiler. Burjuvazi kendi çıkarları için
geliştir-diği teknoloji aynı zamanda onun mezar kazıcısı proletaryaya da
kolaylıkla sağlar. Diktatörün sosyal medyaya saldırısı bu yüzdendir.
Erdoğan/Davutoğlu savaş
kliğinin "duble yol yaptık, köprü
yaptık, tünel yaptık, tüp geçit yaptık, hızlı tren yaptık, toplu konut
yaptık" propagandasının nedeni budur.
Bu gerçeğin bilinciyle hareket
etmek zorundayız. İnsanların yaşamlarını kolaylaştıranların insana yatırım
olmadığını esas olarak dünya kapitalizmine eklemlenme olduğunu ve bunları bu
yüzden yapmak zorunda olduklarını deşifre etmeliyiz.
Geçerken bir not düşmek
istiyorum. Geçtiğimiz yıllarda bilgi-sayarlı makinelerin oda sıcaklığında
çalışmak zorunda olduğu bir işletmede çalışmış işçiye çalışmakta olduğu makinelerin
oda sıcaklığı ortamında bulunması gerektiğini, yoksa o makinelerin zaman
içerisinde arıza bildireceğini ve üretimin aksayacağını belirtmiş o yüzden o
ortamın klimalı olmak zorunda olduğunu anlattığımda işçi "vay
be bizde patron bizi düşünüyor sanmıştık" tepkisini vermişti.
Hiç bir burjuva, işçiler daha
iyi ortamda çalışsın diye yatırım yapmaz. Ortamın iyileşmesi ya üretim
teknolojisinin dayat-ması ya da işçilerin mücadelesi sonucunda oluşur.
İktidar yaptığı her şeyi
"sizin için yapıyoruz" diyerek sürekli propaganda etmesinin etkisinde
kalan kitleler yaşamını kolaylaştıran yatırım ve uygulamaları kendisi için
yaptığına kanar. Bu sonuçtan hareket ederek, onun suiistimalini, hırsızlığını
hoş görür. Ve "çalıyorlar ama yapıyorlar da" hatta daha da ileri giderek
"diğerleri sadece çalıyor, bir şey yapmıyordu. Bunlar hiç olmazsa hem
çalıyor, hem de yapıyorlar" anlayışıyla hareket eder.
Diktatörün Hedef
seçtikleri
Hedeftekiler önem sırasına göre CHP, HDP, MHP
Diktatörlük yıkılmadığı sürece eninde sonunda CHP
kapatılacaktır. Çünkü hedef Mustafa Kemal Cumhuriyetidir.
Neden Mustafa Kemal Cumhuriyeti?
1923 Cumhuriyeti bir çok açıdan eleştirilebilinir. Ama onun
en önemli aydınlanmacı adımı teolojiye karşı pozitif felsefeyi esas almasıdır.
Bunun anlamı toplumsal yaşamın dini temelde değil akıl zemininde
örgütlenmesidir.
Din, Osmanlı imparatorluğunda devletin temelini
oluşturuyor-du. 1923 Cumhuriyetinde din temel olmaktan çıkarıldı ama devletten
kovulmadı, iktidar, dini kendi amaçlarına ulaşmak için kontrolü altına alarak
kullandı. Bir yandan inancı birey ile Tanrı arasına doğru itelerken, diğer
yandan toplum üzerindeki etkisini gidermek ve etkilemesini engellemek amacıyla
"sivil kurumlarını" yani dergah, tekkeleri kapattı. Şeyhlerin,
şıhların faaliyetlerini engelledi. Kılık
kıyafetini kullanımdan çıkardı. Dinin ne kadar anlamsız olduğunu toplu-ma
göstermek için dilini Türkçeleştirdi. Eğitim kurumlarından kovdu. Ve en
önemlisi de halifeliği kaldırarak Müslüman alemiyle bir anlamda ilişkisini
kesip yüzünü olmak/ulaşmak istediği çağdaş medeniyet diye tanımladığı burjuva
Avru-pa'sına döndü.
1923 Cumhuriyetinin yaptıkları, ilkeleri bazı kırılmalarla,
ama özü korunarak CHP ile günümüze kadar geldi ve var olmayı sürdürdü.
İşte bu yüzden dini temelde politika yapan teolojiyi kendine
esas almış İslamcılar tarafından CHP en büyük hedeftir.
Kamuoyu oluşturulması şimdiden başlamış görülüyor. Gerçi
diktatör medyası bu yayınlarıyla CHP'yi seçmen gözünde Mustafa Kemal'i öldüren
parti olarak gösterme gayreti içerisinde olduğunu amaçladığını belirtmekte
gerekiyor. Kapatma amacına da hizmet ettiğini görmemek eksiklik olacağını
düşünüyor.

İslam ideolojisini bayrak edinmiş olanlar müthiş komplocu
oluyorlar. Ecdatları da öyleydi. Amaçlarına ulaşmak için her türlü komployu
kurmaktan asla vazgeçmiyorlar.
5 Nisan 2015 tarihinde diktatörlük basını olan güneş
gazetesi manşett
en "Fena yakalandınız" diye asparagas haberini giriyor. Ancak burada CHP yok DHKP-C'nin
C'sinde CNN Türk var. Yani Güneş gaze-tesi doğrudan Doğan medya grubunu hedef
alıyor. İki gün sonra İstanbul'un kimi nokta-larına aşağıdaki fotoğrafta görülen
pankart asılıyor. Oda tv internet sitesi "Bu ka-dar hainlik yeter' gibi provokatif ifadeler yer alan afişler;
CHP binası, Divan Oteli, Üsküdar İskelesi duvarlarına yapıştırıldı."
İfadesi ile haber yapıyor. (07. 04. 2015) Bu kez DHKP-C'nin C'sinde CHP yer
alıyor. Ve o gece Yeni Şafak gazetesi
birinci sayfadan tam sayfa olarak Mustafa Kemal'in bilinçli bir şekilde
zehirlenerek öldürüldüğü haberini fotoğraflar ile giriyor. Fotoğrafların
birinde İsmet İnönü yer alıyor. Mesaj; İnönü öldürttü.
Geçerken bir not düşmek istiyorum. Çukurova bölgesinde HDP binalarının bombalanması eylemini de diktatörlük DHKP-C'ye yükledi. Diktatörlük
o eylemlerin kimler tarafından yapıldığını/yaptırıldığını bal gibi biliyor.
Bilmemesinin olanağı yok. DHKP-C bombalama eylemlerinin kendileriyle hiç bir
ilişkisi olmadığı ve Kürtlerin özgürlük mücadelesini destekle-dikleri şeklinde
güzel bir açıklama ile kamuoyuna duyurdu. Buna rağmen Davutoğlu meydanlarda fail
DHKP-C demeye devam etti. Ama DHKP-C'lilerin neden bizi sorumlu tutuyorlar diye
düşünmesi gerekiyor. Bu tür açıklamadaki amacın birincisi faili buldum diyerek
sorunu saptırmak olabilir ama diğer yandan halkın böyle bir açıklamayı kolayca
inanacağı ve kitlelerin DHKP-C'ye olumsuz tepki vereceği düşünülüyor. Bu
durumda DHKP-C'lilerin bir değil bin kere düşünmesi gerekiyor.
Yeni Şafak gazetesinin “Atatürk’ü
böyle zehirledi-ler” haberinde ve İbrahim Karagül’ün
yazısında İsmet İnönü ve çevresinin Atatürk’ü zehirlediğini, bunda İçişleri
Bakanı Şükrü Kaya'nın da payı olduğunu ima ediyor. Bunu da Şükrü Kaya'nın
30.06.1938 İsmet İnönü'ye gönderdiğini iddia ettiği yazıya dayandırıyor.

Bugün doğrudan Mustafa Kemal hedef alınmıyor. Zaman zaman
Erdoğan kendini kaybederek demiryolları sorununda olduğu gibi ismini anmadan
hedef alsa bile devam ettirmiyor. Biliyor ki toplumun en az yarısı Mustafa
Kemal'e büyük önem veriyor ve ona bağlılığını devam ettiriyor. Ancak 1923
Cumhuriyetinin bütün kurumları işgal edilerek İslam Türk Diktatörlüğüne göre
yapılandırılmaya devam ediliyor. Bunun yanında 1923 Cumhuriyetinin tarihsel
kanıtı olan bir çok mekan, alan, yapı değişik gerekçeler ile yok ediliyor,
dönüştürülüyor.
Her mimari yapı, her alan, her meydan, hatta her sokak ve
cadde belirli olayların taşıyıcısı ve toplumsal bellekte kalıcı olmasının
somutudur. Toplumun hafızasından silmek ve onu tarihsel bilincinden yok etmek
isteyenler yukarıda belirttik-lerimi hedef alırlar. Taksim alanı 1 Mayıs
katliamının canlı tanığıdır, o zaman canlı tanık yok edilmeli derhal alan
dönüş-türülmeli hiç bir iz bırakılmamalıdır. Atatürk Orman Çiftliği üstelik
Türkiye Başkentinin merkezinde adım adım dönüş-türülmeli Atatürk Orman Çiftliği
olmaktan çıkarılmalıdır.
Diktatörlük seçimde istediği sonucu elde ederse CHP'yi
kapatma bekletmektedir. Sadece CHP mi? Kendine itaat etmeyen, sürekli sorun
çıkaran "laik seçkinci sermaye" de şu veya bu gerekçeler ile el
konulabilecektir. Uzun süredir diktatör medyası 28 Şubat'ın sermaye, bürokrat,
sivil toplum ayakları cezalandırılmalı, spekülatif piyasadan kimler malı
götürdüyse hesabı sorulmalı diye yayınlar el koyma, cezalandırmayı
hedeflemektedir. (Bu yazıyı gecen hafta bitirdim. Bir kaç gün dinlenmeye
bıraktım. Bugün -Pazartesi 1 Haziran- yayına koymak için son kontrolleri
yapacaktım. Gazeteleri taradığımda Zaman gazetesinde S. Demirtaş'ın "AKP
seçimden güçlü çıkarsa tüm muhaliflere operasyon yapacak" açıklamasını bugünkü
Cumhuriyet gazetesi de "28 Şubat dosyası raftan indirildi" başlıkla
birinci sayfadan girdiği haber biraz önce yazdıklarımı doğruluyor.)
HDP'ye hem Davutoğlu, hem de Erdoğan özellikle dini temel-de
saldırıyor "Bunlar ateist, bunlar Zerdüş" diyerek. Sanki ateist olmak
veya başka bir inanç sahibi olmak suçmuş gibi. Özellikle Erdoğan'ın mutlak
hakim olduğu Türkiye'de farklı inanç sahiplerine ve inançsızlara ne yapacağının
işaretleri bunlar aynı zamanda.
Dolmabahçe
Deklarasyonu
Seçim sürecinin başında beklenmedik bir anda Kürt hareketi ile
Hükümet temsilcileri birlikte Dolmabahçe açıklamasını yaptı. Hemen sonrasında
ortalık karıştı.
Dolmabahçe açıklamasının üzerinde durmamızın yararı var. Bu
bizi seçim sonrası olabileceklere bakış açısı kazandırıyor.
Ne olmuştu Dolmabahçe'de?
Önce tarih ve yer üzerinde bir kaç söz söylemeliyim.
Dolmabahçe'de 5 Mayıs 2007 tarihinde dönemin başbakanı Recep
Tayyip Erdoğan ile dönemin Genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt büyük bir sır
gibi saklanan gizli bir görüşme yaptılar. Hala daha ne görüşüldüğü bilinmiyor.
Ama ülke ve toplum için hiçte iyi olmayan bir şeylerin görüşüldüğü tahmin
ediliyor. Bu görüşme sonrası Genelkurmay teslim alındı. Bu görüşme yakın tarih
de en önemli görüşme olarak yerini aldı.
28 Şubat'ta Türkiye'ye özgü darbe ile Refahyol hükümeti
düşürüldü.
28 Şubat 2015'te Dolmabahçe'de Kürt hareketinin temsilcileri
ile AKP iktidarının temsilcileri bir araya geliyor. Tarih ve yer olarak sanırım
bir mesaj verilmek isteniyor: "Kemalist cumhuriyeti gömdük, yeni bir
cumhuriyetin adımını atıyoruz." Bu kısmı şimdilik belirtmek ile
yetiniyorum. Gelelim görüş-meye...
Erdoğan'ın AKP Hükümeti ile Kürt Burjuva Hareketinin
Dolmabahçe ortak açıklamasına tepki vermesi
sadece MHP'ye oy kaybına engel olma basitliği değildir. Bu basitlikte
düşünüldüğünde olan biteni anlamamızın olanağı yoktur. Diktatörün sert
çıkışından sonra dikkat edilirse Kürt Burjuva Hareketi geri adım atmıştır.
Gerek S. Demirtaş "İzleme Komisyonu kırmızı çizgimiz değildir"
gerekse İç Güvenlik Paketinin yasalaşmasına karşı etkisiz duruşları bunun
kanıtıdır.
Peki nedir sorun?
Bu sorunun yanıtı I. Kürt Çözüm Sürecinde gizlidir.
Biliniyor, 2007 yılındaki Birleşik Devletler ve İngiltere tarafından ana
hatları çizilmiş, İslam Türk Diktatörlüğü tarafından Kürt Burju-va temsilcileri
ile görüşülerek ayrıntılandırılmış Kürtler ile barış süreci Habur gösterisi ile
sona ermişti. Habur arifesine kadar inisiyatifi elinde bulunduran diktatör birden
Habur kitlesel gösterisi ile inisiyatifi Kürt Burjuva Hareketine kaptırmıştı.
İktidar için "çok tehlikeli" bir süreçti. Eğer devam edilirse Kürt
Burjuva Hareketi sürece tamamen hakim olacak bir anlamda "söz
dinlemez" ve kontrol edilemeyen önemli bir güç haline gelecekti. Böylece
bir türlü ıslah edilemeyen, istenildiği ölçüde teslim alınamayan PKK son amacı
olan ayrı devlet kurmaya kadar gidilme tehlikesi söz konusuydu. İşte bu yüzden
süreç sonlandırılmış ve bir yıl süren tasfiyeyi de içeren teslim alma veya
yeniden inisiyatifi ele geçirme silahlı mücadelesi yaşanmıştı. Tarafların
birbirlerini yenememesi "pat" durumu Hakan Fidan - A. Öcalan
görüşmesi ile "tatlıya" bağlanmıştı.
II. Çözüm süreci inisiyatifin tamamen Erdoğan'da olması
koşulu ile kaldığı yerden ağır aksak, düşe kalka Dolmabahçe açıklamasına kadar
gelmişti. Dolmabahçe açıklamasına kadar dikkat edilirse Kürt Burjuva Hareketi
her zaman inisiyatifi alacak çıkışlar yapmakta özenle kaçınmış, hatta
diktatörlük zor durumda kaldığı zaman ona destek açıkla-maları yapmaktan da
çekinmemişti. Reyhanlı katliamı ve Gezi olaylarındaki açıklamaları buna
örnektir. Hele hele A. Öcalan'ın "Gezide
Erdoğan'a darbeyi ben önledim" böbür-lenmesi kimin yanında kime karşı
durduğunun net olması açısından yerindedir ama "önledim" övünmesi de
bir o kadar komedidir.
İnisiyatif kayması süreç sorumluluğunu devralan Y. Akdoğan
ve ekibinin tecrübesizliği ve gafleti sonucu olmuştur. Önceleri devlet adına H.
Fidan Hükümet adına Beşir Atalay Erdoğan'a bağlı olarak süreci yönetiyorlardı.
Fidan MİT'ten ayrılıp AKP milletvekili olmaya soyunması B. Atalay'ın da 3
döneme takıl-masından süreci Erdoğan'ın en yakınında olan Y. Akdoğan
üstlenmişti. Bu ekibin kendilerine olan aşırı güveni inisiyatifi Kürt hareketine
daha doğrusu siyasi pratik zekaya sahip A. Öcalan'a geçmesini getirdi.
Dolmabahçe'de hükümet ile A. Öcalan 10 maddelik
deklaras-yonunun ortak açıklanması inisiyatifin neredeyse tamamen Kürt Burjuva
Hareketine geçtiği şeklini almıştı. Bütün medyada A. Öcalan'ın hükümet
tarafından da kabul edilen 10 maddelik deklarasyon tartışılmaya başlanmış,
böylece A. Öcalan "Türkiye Demokratikleşme Sürecinin" mimarı pozis-yonuna
yükseltilmişti. İnisiyatifin diktatörün elinden kaymakta oluşuna "sır
küpü" Hakan Fidan'ında hükümetten yana tavır alışı ile birleşince
diktatörlük Genelkurmay ittifakını sarstığını görmüştür.
Devlet kurumları arasındaki çatışma, yöneten kişiler
arasındaki çelişkiler ile birleşince kavga kamuoyundan gizlenemez olmuştur.
Diktatörün eli çok güçlüdür. Hem AKP içerisindeki gücü, hem de devlet
kurumlarındaki hakimiyeti ama en önemlisi Gülen Cemaatine karşı oluşturduğu
Genelkurmay ittifakının yarattığı güç, ki polis ve istihbarat teşkilatlarındaki
hakimiyeti de unutulmamalıdır, diktatörün inisiyatifini kabul ettirme şeklinde
sonuçlanmıştır. Önce Hakan Fidan milletvekili olmaktan vazgeçerek yasalar hiçe
sayılarak MİT'in başına yeniden getirilmiş, ardından Davutoğlu-Erdoğan
görüşmesi gerçekleşmiş, inisiyatif yeniden diktatörün eline geçmiştir. Gerek
Başbakan Davutoğlu'nun gerekse diğer bakanların yapmış olduğu "bu sürecin mimarı Erdoğan'dır"
açıklamaları ve Dolmabahçe deklarasyonu sonrası yapılan "İç Güvenlik
paketi geri çekilmelidir" görüşünden çark eden Kürt Burjuva Hareketi
paketin meclisten geçerken sadece yutkunmakla yetinmesi ve Dolmabahçe sonrası
İzleme Komitesi oluşturulması "kırmızı çizgiden de ötedir" açıklamasına
rağmen diktatörlüğün İzleme Komitesi olmaz tavrı karşısında "bizim kırmızı
çizgimiz değil" açıklaması sürecin inisiyatifi tekrar Erdoğan'a verilmesinin
sessizce kabulüdür.
Erdoğan'ın çıkışındaki ikinci ve önemli bir neden
Genel-kurmay ile Gülen Cemaati ve sol muhalefete karşı oluştur-duğu ittifaktır.
Erdoğan orduya güvenmemeye devam etmektedir. Her ne kadar
ordu kontrol altına alınmışsa da yine de polis kadar güvenilir bir kurum
değildir. Hala daha darbe tezgahlarından, komplolarından söz etmeleri bu
gerçeğin itirafıdır. İktidara hakim olan Erdoğan'ın ordunun yerine koyacak
başka gücüde yoktur. Ülkenin diğer ikinci silahlı gücü olan polis teşkilatından
Gülencilerin temizleniyor olması da mutlak Erdoğan'ın polisi olduğu anlamına
gelmemektedir. Diktatörlük MİT'in dışında diğer militarist kurumlara şüphe ile
yaklaş-maktadır. Böyle bir aşamada Gülen Tarikatı ile iktidar kavgasında
Genelkurmay ile kurduğu ittifakı devam ettirmek zorundadır. Ordunun
hassasiyetlerinden birisinin de Kürtlerin bağımsızlık mücadelesi olduğu
bilinmektedir. Kürt hareketinin inisiyatifi ele geçirmesinde Genelkurmay'ın
rahatsızlığı Erdoğan'a iletilmemiş olsa bile Erdoğan bunun bilincindedir. Erdoğan'ın
Genelkurmay'ın desteğine çok ihtiyacı bulunmak-tadır. Gerek İç Güvenlik isimli
faşizan maddelerin bulunduğu paketin geri çekilmesi, gerekse İzleme Komitesi
gibi Kürt Hareketinin istediği oluşumlar ve inisiyatifin Kürt Hareketine
geçmesinden Erdoğan'dan çok Genelkurmay rahatsızdır.
İç güvenlik yasasının neredeyse polise öldürmek serbest
düzeyde olması sadece diktatörlüğün pekiştirilmesi değildir. Bu yasanın başka
bir boyutu da Erdoğan/Davutoğlu savaş kliğinin Gülen Tarikatıyla iktidar
çatışmasını içermektedir. Şöyle ki; Gülen tarikatının etkin örgütlü olduğu
devlet kurumunun polis olduğu biliniyor. Diktatörlük Gülencileri polis
teşkilatından mutlaka temizlemek gerektiğine inanıyor. Orduyla zaten
güvensizlik ilişkisi içinde olan diktatörlük ikinci silahlı güç olan polisi
tamamen kendisine bağımlı ve iktidarını güvence altına alan bir kurum olmasını
istiyor. Gülen'e karşı Genelkurmay ile ittifak kuran Diktatörlük derin bir
nefes alırken polis teşkilatından tam olarak Gülencileri tasfiye etmeyi
"milli bir görev" olarak görüyor. Gülenciler özellikle işgal
ettikleri üst düzey görevlerden adeta atılıyor. Kimileri darbe veya terör
örgütü gerekçileriyle tutuklanıp cezaevine konuluyor. Bu operasyonlar polis
örgütünde kaos ve güven bunalımı yaratıyor. Diktatörlüğün ne zaman hangi
gerekçeyle kimin başına çorap öreceği bütün polis kadrolarında kaygı yaratıyor.
İşte böyle bir aşamada söylem düzeyinde "benim
kahraman polisim" nutukları ile sahiplenilirken diğer yandan da iç
güvenlik yasası ile "sana sınırsız
gözaltına alma, sorgu-lama ve öldürme hakkı veriyorum" diyerek, her
türlü muhalife karşı tam güvence veriyor.
Bu yaşadıklarımız seçim sonrası olabileceklerden bir şeyi
işaret ediyor. Diktatör, Kürt sorununu ben istediğim şekilde çözerim, bunu
kabul edeceksin. Eğer bunu kabul etmezsen, hele hele seçimlerden sonra doğru
durmazsan, Ordu ile, polis ile sana haddini bildireceğim, ona göre ayağını denk
al mesajını iletiyor.
Şiddet ve devlet terörüne hazır olun derim. Çünkü Kürtlere
karşı yapılan her türlü şiddet ve baskı içerikli uygulama sol muhalefete karşı
da acımasızca uygulanmıştır. Bu günümüz-de İslam Türk Diktatörlüğüne karşı olan
her kesime karşı sol-sağ, burjuvazi-işçi ayrımı gözetmeden uygulanacaktır.
"Laik seçkinci burjuvazi" öyle kolay teslim
olacak, iktidardan vazgeçecek değildir. Önüne çıkan her fırsatı
değerlendire-cektir. Oldukça da tecrübelidir. Ancak zamanın çarkları aleyhine
işlemekte, İslamcı burjuvaziyi her an büyütmekte kendisini ise tehlikeli sulara
doğru itmektedir. "Laik seçkinci burjuvazi" bunun bilincindedir. Boş
değildir, hayal kurmaz, gerçekçidir. Çıkarına uygun olana/olanlara oynar.
Geçmiş yaşanmışlıklardan çabuk öğrenir. Yolunu belirlemekte aklını kullanır.
Onun için dinin,vatanın, etnik kökenin önemi yoktur. 7 Haziran seçimlerinin
final olduğunu bilir. Kaybederse işinin daha da zor olduğunun farkındadır. Bu
zorluklara rağmen yine teslim olmayacak mutlaka başka yollar arayacaktır.
Mevcut seçim sisteminde yüzde 10 barajını dört partinin
aşarak meclise girmesi tek başına bir partiye hükümet kurma yeter sayısı
vermemektedir. Geçtiğimiz yıllarda yaşayarak hep birlikte gördük. Kürt burjuva
hareketinin partisi olan HDP'nin yüzde 10 barajını aşması İslam Türk
Diktatörlü-ğü'nün büyük darbe almasına neden olacaktır.
Kürt burjuva hareketinin siyasal istemleri ve ekonomik
anlayışı "seçkinci laik burjuvazi"nin anlayışıyla uyum için-dedir.
TÜSİAD, federatif yeni bir cumhuriyet ile Kürt sorunun çözülerek Türkiye
kapitalizminin hızla gelişeceğini ve bölge-nin en önemli gücü aşamasına
geleceğinin farkındadır. Yani HDP ile veya başka bir deyişle Kürt burjuvaları
ve diğer ser-maye güçleri ile seçkinci laik burjuvazi, Erdoğan diktatörlü-ğüne
karşı aynı safta yer alabilecek durumdadır.
Kılıçdaroğlu CHP'sinin tek başına iktidar olamayacağının
farkında olan "seçkinci laik burjuvazi" bir yandan CHP'ye des-tek
olurken, HDP'nin barajı aşması için özel bir gayret göster-mektedir. Medyasını
sürekli HDP'nin başarması için kullan-maktadır. S. Demirtaş'ın sık sık "seçkinci
laik burjuvazinin" medyasında boy göstermesi bu yüzdendir. Kürt burjuva
hare-ketinin "seçkinci laik burjuvazi" ile bu dolaylı ittifakı HDP'nin
seçim bildirgesine ve seçim propagandasına da yansımış durumdadır. Sosyalizm,
devrim, toprak reformu, emeğin sömürüden kurtulması, kamulaştırma gibi ileri
talep ve uygulamalar HDP'nin söyleminde yoktur.
Genel anlamda sol muhalefetin öncülüğünü ne acıdır ki Kürt
Burjuva Hareketi üstlenmiş durumda. Kendi özgüvenini yitirmiş sosyalist hareket
12 Eylül darbesi sonrası izlediği politikalar sonucunda marjinal olarak anılır
oldu. Neden marjinalim sorusunu dahi sormaktan kendini imtina eden sosyalist
hareketin mevcudiyetini değiştirme şansının olmadığını kendiside kabullendiği
için umut ettiği gücün/güçlerin peşine takılarak var olma yolunu seçti.
Sosya-list hareketin mevcut durumun en büyük sorumluları 40 yıldır
"önderlik" edenlerdir. 40 yılda neredeyse iki kuşak yetişecek bir
zamandır. Sürekli kaybeden ve giderek küçülen sosyalist harekete bu durumundan
kendilerini hiç bir zaman sorumlu görmeyen bu "önderlik" kılavuzluk ettiği
sürece sosyalist hareketin burnunun "boktan kurtulması" mümkün
değildir. Sosyalist "önderler" izledikleri politikalar sonucunda
devrim-den hiç bir zaman umudunu yitirmemiş ve sürekli devrim için mücadele
etmiş binlerce insanı bu seçimlerde çaresiz duru-ma düşürmüşlerdir.
Dört yol vardır;
1- Boykot
2- Sandığa gitmeme
3- Geçersiz oy kullanma
4- Var olandan birini seçme
Ülkemizde seçim sürecine girildiğinde her seçimi sürekli
boykot eden bir siyasi anlayış mevcuttur. Boykot tavrı koşullar ne olursa olsun
temel yaklaşım biçimidir. Seçim olsa da olmasa da zaten hiç bir şey
değişmeyecektir. Yani her şey aynıdır. Sistemin aynı olması ile sistem içindeki
değişmelerin aynılaştırılması yanlışlığı yaşanmaktadır. Şüphesiz sömürü
sisteminden kurtulmanın yolu sosyalist devrimdir. Ancak devrimin mümkün
olmadığı aşamalarda sistem içinde de bir çok değişiklikler olmaktadır. Çok
basit iki örnek 1950 yılların-da özellikle Vietnamlı devrimcilerin
kavramsallaştırdığı "Yeni Sömürge" tanımlaması ile bugünün emperyalizme
bağımlı ülkeler karşılaştırmasında önemli farklılıklar bulunmaktadır. Yani
ülkemiz "yeni sömürge" mi değil mi diye sorgulanmaya gereksinme
vardır.
Burjuva
parlamentosu aldatmacadan, dingonun ahırı olmak-tan fazla bir anlam ifade etmez.
Devrimciler bunun bilincin-dedir. Devrimcilerin bu bilinçte olması demek işçi ve
emekçi-lerinde bu bilinçde olduğu anlamına gelmez. Eğer emekçi sınıf bu
bilinçten uzaksa mücadelenin geliştirilmesi için devrimcilerin parlamentoda
olması gerekir. Hem seçim süreci çalışmaları hem de parlamento faaliyetleri
kitlelerin politik bilinçini geliştirmeye hizmet etmelidir.
Ezbercilik solun en kötü hastalığıdır. Oysa sosyalizmi
savu-nanların felsefesi değişmezliği ve mutlaklaştırmayı kökten reddeder.
Ezbercilik ise ilk öğrendiği kavramları mutlaklaş-tırmak ve her şeyin aynı
kaldığını iddia etmektir. Ama evren, toplum, devlet ve yönetme araçlar ve
yöntemleri kısacası her şey değişmektedir. Örneğin yeni sömürgecilik
tanımlan-masının yapıldığı tarihlerde ülkemiz nüfusunun yüzde 65'i köyde tarımsal
üretim ilişkileri içinde yaşamaktaydı, günü-müzde ise ülke toplam nüfusunun
yüzde 30'ndan biraz fazlası köyde tarımsal ilişkiler içinde yaşamaktadır. Alt
yapıdaki ilişkilerin çözülüp değişmesi ile üst yapıdaki sınıfların iktidar
sahipliğinde de değişmeler olmuştur. Bugün oligarşinin açılımı tekelci
burjuvazi, toprak ağaları, tefeci tüccarlar olarak yapılabilir mi? Yani iktidar
ortakları toprak ağaları ve tefeci tüccarlardır denilebilinir mi?
Sosyalist harekete seçimleri boykot tartışması esas olarak
1979 kısmi senato yenileme ve milletvekili ara seçimi ile girmiştir. Bu
seçimlerdeki boykot tavrı veya seçimlere katılma tavrı bugün ne yazık ki
"önderler" sayesinde unutturulmuştur. Oysa tarihsel bilinç yol
göstericidir.
Sandığa gitmeme; Sandığa gitmeme tavrı ile boykot
farklılıklar içerir. Boykot aktif tavır alıştır. Neden boykot ettiğini ve ne
olması gerektiğini bir çok araç ve eylemlilik ile kitlelere
"anlatmayı" içerir. Boykot etme siyasi mücadeledir, iktidara seçim
yaptığına pişman etmektir. Sandığa gitmeme tavrı ise pasif duruştur. Sandığa
gitmemek bir anlamda oy kullanmamak anlamına gelmektedir. Seçime
katılmayanların çoğunun tavrı bu tavırdır. Boykotçularda genellikle sandığa
gitmeyenleri de kendilerinden saymaktadırlar. Böyle kabul etmeleri de normaldir.
Çünkü boykot dedikleri tavırları sandığa gitmeme şeklini almaktadır.
Geçersiz oy kullanma; Seçim sürecine dahil olmaktır.
Ancak oy verecek parti ve aday bulamadığı için hiç bir adaya ve partiye
oyunu vermemektir.
Seçimlere kendi adayı ile katılan veya belirsiz oportünistçe
tavır alanlarda şunda bunda "örgütlenelim" tekrarını sıkça
yapıyorlar. Seçimlere alternatif gibi sunuyorlar. Örgütlenme seçimlerin
alternatifi olamaz. Örgütlenme her zaman için olması gerekenlerdir. Ayrıca
seçimler şu veya bu biçimde olan örgütlenmenin önünde engel değildir. Bu
arkadaşlar mücadelenin gelmiş olduğu aşama ile örgütlenmeyi karıştırıyorlar.
Şimdi bu da ne demek diyenler olduğunu tahmin ediyorum.
Sınıflar arasındaki mücadele, kitlelerin örgütlülüğü,
bilinci ve kültürü öyle bir aşamadadır ki egemen sınıf kitleleri
yönete-memektedir. Kitleler mevcudun değişmesi için başkaldırı içindedir. Böyle
bir aşamada egemen sınıf seçimleri kitlelerin gazını alıp sisteme yedeklemek
için kullanır. İşte böyle anlarda devrimcilerin tavrı seçimi reddetmek, düzenin
değiş-mesi için mücadeleyi yükseltmektir. Yani seçimlerin alternatifi salt örgütlenme
değil, sınıflar arasındaki mücadelenin geldiği aşamada mücadele araçlarının
belirlenmesi ve ona uygun eylem ve örgütlülüklerin oluşturulmasıdır.
HDP Neden seçimlere parti olarak katılıyor?
Baştan şunu belirtmek isterim. "Seçkin laikçi
burjuvazi" ile ilişki içerisinde olan Kürt burjuvazi veya
Erdoğan/Davutoğlu savaş kliğinden kurtulmak isteyen emperyalistler dolaylı bir
şekilde A. Öcalan'a iletilen bir mesaj yoksa gerçekten de A. Öcalan aynen
savunmasında olduğu gibi biraz önce belirttiğim güçlerin bu seçimlere ilişkin
beklentilerini çok yerinde tahmin ederek seçimlere parti ile girilmesi
talimatını iletmiştir. Belki de bütün bunları düşünmeksizin sadece sade-ce ezen
ulusun desteğini almak için parti olarak girilmesine karar vermiş olabilir.
Ezilen ulusun mücadelesinin amacına ulaşması için dört
kriterin bir araya gelmesi gerekmektedir.
1- Ezilen ulusun örgütlülüğü
2- Ezilen ulusun örgüte desteği
3- Uluslararası destek
4- Ezen ulusun desteği.
Bunlardan biri eksik olursa mücadelenin başarıya ulaşma
şansı Irak'ta olduğu gibi emperyalist bir gücün o coğrafyaya şekil verme savaşı
ile olasıdır.
Öcalan, içinde bulunulan aşamada ezen ulusun desteğini
almanın yolunun seçimlere parti ile katılmayla olanaklı olaca-ğını tahmin etti.
Bu yaklaşık bir yıl önce HDK'sinin HDP adıyla partiye dönüşürken DBP'ninde
bölge partisi olarak örgütlenmesi gerektiğine karar verdiğinde hayata geçirmeye
başladı. Belki o tarihlerde seçimlere parti olarak katılma düşüncesi yoktu. Ama
HDK bileşenlerini Türkiye partisi diye lanse edilen örgütlenmede toplayarak
ezen ulusun desteğini almada önemli bir adım olarak değerlendirdi.
HDP'nin seçim bildirgesi sosyal demokrat içerikten öteye
geçmiyor. Her kim bu seçim bildirgesine devrim veya devrimci bildiri diyorsa o
devrimi hiç ama hiç bilmiyor demektir. Örneğin CHP'nin seçim bildirgesi ile
karşılaştır-dığımızda ekonomik alanda oldukça geri görülüyor. HDP'nin seçim
bildirisinde kadın hakları, işçi hakları ve Kürtlerin hakları genişçe yer
alıyor. Sistem içi kalmaya özen gösterdiği anlaşılıyor. Örneğin özelleştirme
talanının hesabına yer verilmiyor. Yerelden yönetime özel vurgu yaparken
demok-ratik işlerliği öne çıkarıyor ama inandırıcı olmuyor. Çünkü Kürt
hareketinin temsilcileri Kürt sorunun çözümünü gizli gizli devletin istihbarat
teşkilatı ve diğer devlet yetkilileri ile görüşüyor. Sonrada halkın
yönetiminden demokratik işlerlik-ten dem vuruyor. Mecliste bulunan diğer burjuva
partileri özellikle mecliste görüşelim diyor, ısrarla meclise taşımaktan
kaçınan AKP ile kol kola giriyor. Sonra sıkışınca gizli görüş-mede olup
bitenleri açıklarız ha diye AKP'yi tehdit ile baskı altına almaya çalışıyor.
Demirtaş katıldığı bir televizyon programında AKP'nin dürüst
siyaset yapmadığını, kendilerine komplo kurduğunu deşifre etmek için yaptığı
açıklamada farkında olmadan başka konularda ve sorunlarda da AKP ile gizli
gizli politikalar belirlediğini itiraf etmiş oluyor.
Halktan kaçarak, halkın kaderi için gizli görüşme yapanlar
bir an gelir farkında olmadan işledikleri "sucu" kendileri itiraf
ederler. 12 Eylül anayasa oylaması öncesi AKP meclise parti kapatmayı
zorlaştıracak yasa teklifini veriyor. İşte bu konuya ilişkin S. Demirtaş "Biz o maddeye destek vermek istedik.
Ama iktidardan bize, eğer oy verirsek AKP içindeki milliyetçi kanadın tepki
olarak hayır oyu kullanacağı, böylelikle maddenin geçmeyebileceği
söylendi" diyor. Böylece AKP ile yapılan bu gizli görüşme sonucunda
yasa mecliste oylanırken Kürtlerin partisi, o zamanki adı olan BDP, yasaya
destek vermiyor. Sadece Kürt kazanımlarını amaç edinen bir hareketin bu ve
benzeri gizli görüşmeler içinde olduğunu bildiğimiz harekete nasıl güvene
biliriz? İmralı Tutanaklarında A. Öcalan'ın Kürt sorunu çözülmesi koşuluyla
Erdoğan'ın başkanlığını desteklediklerini yok mu sayacağız? Kürt hareketinin
geçmişi sorunludur. Kendi geçmişleriyle samimi yüzleşmemiş olanlara ne kadar
güvenilir? Bütün emperyalist devletlerin, hatta Suriye gizli servisi ile senli
benli olmuş bir siyasi hareketin Türkiye devrimi mücadelesinde öncülüğe
soyunması ve kendisine destek olmayanları ötelemesinin anlamı nedir?
Kürt Burjuva hareketi demokratik içerikli siyasi bir hareket
değildir. Hatta tek adam tapınçlı bir harekettir dersek abartmış sayılmayız.
Diktatör nasıl "üstün insan", "halife" düzeyine çıkarılıp
kutsanıyorsa A. Öcalan da benzer bir şekilde "kutsal insan" düzeyine
çıkarılıp doğduğu köyün toprakları kutsanıyor.
Kürt hareketinde Öcalan ne derse odur. Örneğin 2011 milletvekili
seçimleri sonrası seçilmiş olan milletvekillerinin cezaevinde tutulmasını
boykot ederek meclise gitmeme ve yemin etmeme eylemi A. Öcalan'ın müdahalesi
ile bitirilmiştir. Dikkat edin müdahalesi dedim, önerisi değil. Kemal
Kılıçdaroğlu, Baykal ile yaptığı görüşme sonrası CHP'nin meclise gitmeme
kararını sona erdiklerini açıklamıştı. Kısa bir süre sonra yeni bir durum
ortaya çıktığı için Kürtlerin her kesimin temsil edildiği ve Başkanlığını A.
Türk ile A. Tuğluk'un üstlendiği Demokratik
Toplum Kongresi boykot sorununu tartışmış Kürt burjuvaları ve elitlerinin
muhalefetine rağmen çoğunluk kararı olarak meclisi boykot kararının devam
ettirilmesi ile sonuçlanmıştı.. Aldığı bu kararı da basın toplantısı ile
kamuoyuna duyurmuştu. Ne olduysa A. Öcalan bir gün sonra boykotun sona
erdirilmesi gerektiğini açıklamış. Demokratik Toplum Kongresi ve Kürt siyasi
hareketi aldıkları kararı unutarak ve hiç itirazsız tıpış tıpış meclise giderek
yemin etmişlerdir. En geniş Kürt örgütlenmesi olan adeta Özerk Kürdistan Meclisi
gibi çalışan örgütlenmenin demokratik bir süreç sonucunda aldığı kararı A.
Öcalan yok sayarak kendi iradesini dayatmıştır. Evet, bunun adı dayatmadır.
Çünkü, tek bir kişi en geniş katılımlı Kürtlerin aldığı demokratik süreç
sonrası kararı yok saymış, benim dediğim, benim istediğim olacak demiştir.
Kürt Burjuva Hareketi bugün iğneyi kendisine batırmaktan
özenle kaçınarak, sürekli diktatörlüğün özgürlükten, barıştan ve demokrasiden
yana olmadığı propagandasını yapmakta-dır. Diktatörlük için söylediklerine katılmamak
elde değildir. Ancak kendisine dönük hiç bir değerlendirme yapmaması oldukça
düşündürücüdür.
Tarihinin en geniş önseçimini yaparak milletvekili
adaylarını belirleyen CHP de bu eleştirilerden payını almaktadır. Oysa
kendisinin milletvekili adaylarını belirlemesi önseçimsiz demokratik olmayan
yöntem ile yapmaktadır. Adaylarını bile demokratik olmayan yöntem ile
belirleyen siyasi hareketin demokrasi söylemi samimiyetsizliktir. Ve toplumu
aldatmaktır.
E. Kürtçü aday belirleme yöntemini "Biz adaylıkları halkın temsili, kitlelerin ihtiyaçları,
bileşenler ve müttefiklerin tercihi-ne göre belirliyoruz" diyerek aday
belirleme komisyonunun hangi kriterlerden hareket ettiğini açıklıyor.
HDP bir komisyon kurmuş, bu komisyon aracılığıyla adayları
belirliyor. AKP ve MHP de benzer şekilde adaylarını belirliyor. Tabii ki
kriterleri farklı, ancak yöntem aynı. Yani, evet yani yöntem olarak AKP, MHP ve
HDP demokratik olmayan bir yöntem ile adaylarını belirliyor. Her üç partide
aday belirleme-de aynı yöntemi kullanıyor. Her 3 partinin yöneticileri/karar
vericileri de istenmeyen adayların seçilmesini önlemek için demokratik
işlerliği bir kenara bırakıyor.
HDP'nin durumu şüphesiz diğer partilerden farklılık
içeriyor. Birincisi HDP Kürt hareketinin dışında diğer bileşenlerden oluşuyor.
HDP esas gücünü Kürt hareketinden alıyor. Bileşenlerin gücü yok denilecek kadar
az, bugün o bileşenler Kürt Hareketinden ayrı olarak seçime girseler binde bir
oy almaları bile olanaklı değil. HDP üyelerinin katılımı ile adaylar belirlense
bu bileşenlerden hiç birinin listelere girme şansı yok. Ancak bunun önüne
geçmek olanaklı. Bileşenler için kontenjan ayırırsın diğerleri için katılımcı
demokrasi ile adaylarını belirlersin. HDP böyle bir yöntemi seçmiyor. Gerekte
görmüyor. Çünkü bu siyasi hareketin kendisi demok-ratik değil. Aday belirleme
yöntemine hiç sesi çıkmayan sosyalistlerinde demokratik yöntem diye bir
dertlerin olmadığı anlaşılıyor. Buna da şaşırmamak gerekiyor. Kendisinde
olmayan veya demokrasiyi içselleştirememiş bir siyasi hareketin demokrasi ve
özgürlüklere sürekli vurgu yapması ne yazık ki inandırıcı olmuyor.
HDP adaylarına baktığımızda şunu görüyoruz. Özellikle
Kürtlerin dini hassiyeti dikkate alınarak inanç sahiplerinden öteye sistemi
dini referanslara göre dizayn etmeyi politik mücadelenin hedefine koymuş
olanları listelerde yer alması Kürt devrimcilerin kimlerle ittifak içinde
olduğunu gösteriyor. Bu ittifakın bir ayağı da CHP tabanına seslenmesi
anlamında "sosyal demokratlardan" oluşuyor. Sosyalistlerin kendilerine
en sonda yer bulduğu görülüyor.
Aday gösterilen sosyalistlere baktığımızda şunu görüyoruz;
seçilebilir olanlar ve seçilemeyecek olanlar.
Bu listelerin üzerinde çok çalışıldığını tahmin ediyorum.
HDP içinde bir araya gelmiş olanların içindeki ana gücün hem belirleyici olduğu
hem de kendisine hiç bir koşulda problem çıkarmayacak olanlardan seçildiği
görülüyor. Seçilebilir yerlerde olan sosyalistlerde iki özel dikkatimizi
çekiyor. Birincisi Kürt hareketine tamamen biat ederek sosyalist kimliklerini
neredeyse unutmuş olanlar. İkincisi etkilediği insan sayısının yok denilecek
kadar az olanlar. Bu özellikleri
taşıyanların seçilebilir yerlere konulduğu görülüyor. Seçile-meyecek yerde
bulunan sosyalistler özellikleri birincilerden farklılık içeriyor. Bu yüzden
aşağı sıralarda yer veriliyor.
Her ne kadar genel anlamda Türkiye sosyalistleri çok büyük
kitleleri harekete geçirebilecek örgütlülüğe sahip değilseler de duruşuyla
tavır alışıyla yine de sola belirli mesajları iletebilecek ve dikkat
çekebilecek özellikleri vardır. Sosyalist ve sosyalist mücadeleye yakın duran
sola etki edecek güce sahip olan yapılardan gelen adayları seçilemeyecek
yerlerde kendilerine yer buldukları görünüyor. Örneğin A. Çubukçu, Levent Tüzel
4. sırada. Emeğin Partisi'ne bir anlamda haddini bil mesajı verilmiş oluyor.
Uydurmuyorum, işte kanıtları;
Birincisi, biliniyor, açık haliyle yazarsak Halkların
Demokratik Kongresi bir çok grubun parti olmayan cephe benzeri ittifakıydı.
Kürt hareketi sonradan bunu partiye dönüştürme kararı aldı. Bu kararı alırken
de DBP'yi bölge partisi yaptı. Partiye dönüşmeye en fazla itiraz eden Emek
Partisi oldu. Doğru veya yanlış şimdi onu tartışmıyoruz. Emep'inde kendine göre
haklı nedenleri vardı. Bunu geçtik. Birinci aykırılık bu oldu. İkincisi kamu
emekçileri seçiminde Emep ile Kürt hareketi ve onun ittifaklarıyla arası
bozuldu. Zayıf bir ihtimal olsa da bir üçüncü neden de Emek Partisi adına Kürt
hareketi ile parlamentoda bulunan Levent Tüzel'in Türban ile meclise
gelinmesinde HDP'den Sabahat Tuncer'in kadın özgürlük mücadelesinin kazanımıdır
şeklindeki açıklamaya karşı çıkması ve HDP'nin bir anlamda Tuncer'in açıkla-masına sahip çıkarak Tüzel'in
açıklaması bizi bağlamaz kişisel görüşüdür açıklamasını yapması ilişkiyi tabii
ki limonileştirdi.
Hiç bir ulusal hareket emekçilerin kurtuluş mücadelesinin
önder gücü olamaz. Bütün ulusal hareketler burjuva karak-terlidir. İşçi sınıfı mücadelesini
başarıya ulaştıracak, harami-lerin saltanatını yıkacak, diktatörlüğün burçlarına
sosyalizmin bayrağını dikecek tek güç işçi sınıfı ve onun ittifaklarıdır.
Ezilen/sömürülen uluslar işçi sınıfının ittifakı içinde yer alırlar.Ulusal
hareketi sosyalizm mücadelesinde öncülük görevi yüklemek bilinen lafla
söylersek "atı arabanın arkasına koşmaktır." Kürt burjuva hareketi kendisine
öncülük misyonu yüklemesinin nedeni işçi sınıfının kurtuluşunu amaçlamasın-dan
değildir. Kendi öncülüğünde iktidara karşı olan bütün muhalif güçleri bir araya
getirerek hedefine emin adımlar ile yürümek isteğidir.
HDP seçim beyannamesine baktığımızda açık ve net olan sistem
içinde kalarak Kürt sorunu çözmektir. Sosyalizmi değil ama işçi sınıfına en
yakın ifade seçim bildirgesinde "Biz’ler işçiyiz,
emekçiyiz" ara başlığının altında iki paragraf yer bulabilmiştir.
HDP seçim bildirgesinin hiç bir yerinde sosyalizme atıf
yapılmadığı gibi sosyalist uygulamalara gönderme yapacak ifade bulunmamaktadır.
Ayrıca bütün seçim konuşmalarında, yetkililerin ve adayların konuşma ve
açıklamalarında da insanlığın kurtuluşunun sosyalizmde olduğu içerikli
değildir. Varsa yoksa ajitasyona dönük kişiselleştirilmiş Erdoğan diktatörlüğü
söylemi, Kürt sorunu, Kürt talepleri üzerine faaliyettir. Kürt burjuva
hareketinden fazla ve boyunu aşan bir şey beklemek zaten doğru değildir.
HDP kendi niteliğine ve amaçlarına uygun seçim faaliyeti
yürütmektedir. Ama burada şu soruyu sormak hakkımızdır. Heeey kendilerine
Marksist diyenler, sosyalizm insanlığın kurtuluşudur sözünü dillerinden eksik
etmeyenler ve hatta işçi sınıfının tek öncü partisi kendileri olduğunu iddia
edenler HDP'nin seçim bildirgesi yazılırken siz neredeydiniz? Hiç aklınıza
sosyalizme atıf yapmak, sosyalizmi çağrıştıracak bir-iki paragraf
yazmak/yazdırmak gelmedi mi? Hadi yazdırmaya gücünüz yetmedi diyelim seçim
çalışmalarında sosyalizmi anlatmak kapitalist düzeni teşhir etmek seçimlere
girmiş olan Marksistlerin görevi değil midir?
Kapitalist ülkelerde seçim süreçleri propaganda faaliyetleri
açısından en geniş kitlelere ulaşabilecek ortamlar oluşur. Her şeyden önce
kitleler siyasal olarak duyarlı hale gelmiştir. Bir anlamda alıcı hazırdır.
Böylesine bir aşamada seçime katıl-mış olan sosyalistler bir yandan kapitalizmi
teşhir ederken diğer yandan da insanlığın kurtuluşu olan sosyalizmi anlatır. En
azından bu bakış açısıyla gelişmeleri yorumlar, hakikati dile getirir kitlelerin
üzerindeki burjuva hegemonyasını zayıflatır.
Olasılıklar
HDP barajı geçemezse Türkiye partisi olmadığı hem tescil
edilecek hem de diktatör karşıtlarının tepkisini alacaktır. Bunun anlamı Kürt
Burjuva Hareketinin Türk muhalefeti ile arasının açılmasıdır. Ezen ulusun
desteğini almak politikası baraja takılması ile anlamsızlaşıp
etkisizleşecektir. Kürt Burjuva Hareketi bu durumda bir yandan diktatör ile eli
zayıflamış olarak pazarlıklarına devam edecek ama bu zayıflığını özellikle
Kürtlerin coğrafyasında sokak muhalefeti ile telafi etmeye çalışacaktır. Bir
yandan fiili özerklik uygulamaları, bugün var olan mahalle kantonlarının
yaygınlaştırılması ve üst düzey örgütlenme ile geliştirilmesi, diğer yandan
kitlesel gösteriler ile diktatörlük üzerinde sürekli baskı oluşturacaktır.
Diktatörlüğün uygulamalarına göre zaman zaman silaha da başvurmayı eksik
etmeyecektir. Şimdiye kadar alamadığı ezen ulus desteğini artık alması umutsuz
bir vakaya dönüşeceğinden diktatörlük ile Kürt kazanımları üzerinden bir anlaşmaya
varma politikalarına sarılacaktır.
HDP baraja takılır da meclis dışı kalırsa özellikle kitle
eylemlerini kullanarak iktidarın karşısında güçlü olduğunu ve yok sayılamayacağını
göstermek zorundadır. Ama fiili olarak bugüne kadar gerek kurumsal olarak, gerekse
sokak örgütlenmesi olarak oluşturduğu "özerkliği" daha belirgin ve
etkin hale getirecektir. Gerilla birlikleri savunma çizgisinde kalacak ama
fiili durum ve kitle eylemleri çok daha fazla önem kazanacaktır. Diktatörlüğün
Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı illere askeri yığınak yapmasının nedeni seçim
sonrası ortaya çıkacak bu durumdan dolayıdır. Gelecekte Kürtler ile
asker/polisin karşı karşı geldiği bir süreç ve bu sürecin Türk milliyetçiliğini
daha da ileri boyuta taşıma tehlikesi ile karşı karşıya olduğumuz bir süreç
olacaktır.
HDP'nin barajı geçmiş olması durumunda yüksek bir moral ve
özgüven ile Kürt kazanımlarını artırma, A. Öcalan'ın en azından ev hapsi ve
özerklik talepleri daha yüksek sesle, daha farklı eylem biçimleriyle gündeme
gelecektir. Bu durumda diktatörlük hem mecliste, hem de sokakta ikili bir baskı
altına alınarak çok daha fazla zorlanacaktır.
HDP'nin barajı geçememesi AKP'ye büyük bir avantaj
sağlayacak, yeni anayasa başkanlık sistemine geçilmesini kolaylaştıracaktır.
Böyle bir durumda Kürt burjuva hareketi Türk solunu suçlayacaktır. Ama esas
darbeyi Kürt burjuva hareketi alacaktır. Çünkü HDP Türkiye partisi olarak
seçime girerken ezen ulusun desteğini almayı esas amaç edinmişti. Baraj dışında
kalarak AKP'nin istediklerini gerçekleştirme zeminini oluşturduğu için
Diktatöre muhalif olan Türk seçmeni "Barajı aşamayacaklarını bile bile
parti olarak seçime girerek AKP'nin ekmeğine yağ sürdüler" düşüncesiyle,
diktatöre muhalif Türklerde seçim öncesi oluşmuş olan sempati aniden kızgınlık
ve öfkeli "düşmanlığa" dönüşecektir. Böylece ezen ulusun desteği
"başka bir bahara" kalmış olacaktır.
Seçim sonuçları ne olursa olsun bir erken seçim olasılığı
çok yüksektir. Ancak CHP'li bir hükümetin kurulması ile erken seçim
ötelenebilinir. Dikkat edilirse kaçınılmaz değildir demedim, ötelenebilinir
dedim. Yani demek istemem normal tarihten önce bu durumda da erken seçim
gündeme gelebilir.
Seçim sonuçları bazı olaylara da gebedir. Muhalefet istediği
sonucu alamazsa "seçimde hile" yapıldığını düşünerek eylemlilik
içerisine girebilir. Hile yapılmamanın da garantisi yoktur.
Sonuç
Bu seçimlerin galibi Kürt Burjuva Hareketidir. MHP gibi
düşünenler hariç, ülkenin diğer kesimleri Kürt partisi HDP'yi kabullenmiş,
hatta ona umut bağlamış, A.Öcalan'ı "bebek katili" olarak
değerlendirmekten uzaklaşmıştır. Kürt Burjuva Hareketi sistemin
silahlı/silahsız kurumlarına kendisini kabul ettirmiştir. Ayrıca bugüne kadar
hiç bir aşamada Kürt Hareketi böylesine geniş kitlelerce kabul görmemişti.
Kendisinin savaş yanlısı olmadığını savaşın sorumlusunun diktatörlük olduğunu,
barış yapmaya hazır olduğunu tüm Türkiye'ye anlatma olanağı bulmuştur. Bu da
sınıf mücadelesi açısından bir kazanımdır. Şiddetten arınmış ortamlarda işçi
sınıfı mücadelesinin gelişmesi ve kazanımlar elde etmesi kolaylaşır.
01. Haziran. 2015
Comments
Post a Comment