İslam Türk
Diktatörlüğünde Yeni Çelişkiler.
Önce
kısaca felsefi yaklaşım
Toplumsal
gelişmelerin olası çatışma ve çelişkilerini fark edebilmek için her zaman somut
deliller, olgular bulamayız. Yakın geleceğin gündemini anlayıp politik
taktikler geliştirmek için önsellikte bulunmak gerekir. Olacaklara hazırlıksızlık
yakalanmamak, anlamak ve anlamdırmak zorunludur. Eğer sınıf mücadelesini
ilerletmek, kazanımların artırılması isteniliyorsa gündemi etkileyen olmak
gerekir. Bu çok zor bir süreçtir ama imkansız değildir. Sınıf mücadelesi
zorluklar içermeseydi, görünen somut her şeyi anlatan olsaydı devrimcilere
gerek kalmazdı. Çünkü işçi ve emekçiler görünen somutu kolaylıkla anlarlar.
Somut olan elle tutulan gözle görülendir.
Bizim
çok sağlam felsefemi yöntemimiz var. Burjuva felsefesinin yetmediğini
anlayabilme ve çözümleyebilme gücüne sahibiz. Onu doğru kullandığımız sürece ileriye
doğru gidilmesini kimsenin engellemeye gücü yetmez. Yeter ki doğru kullanmasını
bilelim.
Eğer
bugün genel anlamda sol, özel olarak sosyalistler etkisizse, Marx ve Engels
tarafından sağlam temeller üzerine inşa edilmiş ve Lenin tarafından
geliştirilmiş olan felsefi yöntemimizi doğru kullanamamaktandır.
Bu
durumda olmamız ne burjuva felsefe ve ideolojisinin üstünlüğü ne de Marksist
felsefe yöntemin yetersizliğidir. Bu durumda olmamızın birinci sorumlusu bizim
beceriksizliğimizdir.
Devrimci
hareket sınıf mücadelesini adım adım başarıya götürebilmesi için kendi özgüveni
ile bir yandan örgütsel ve ideolojik donanımını geliştirirken, bir yandan da
diktatörlüğün politik taktiklerini çözümlemesi gerekir. Mücadele edilen gücün
ne bok yediği ve ne yapacağı bilinmezse başarısızlık kaçınılmazdır.
Sorumlu şeflerdir
İşçi
ve emekçi sınıfının mücadelesini geliştirip ileri kazanımlara taşımanın yolu
geçmişi ve bugünü doğru anlamaktan geçtiğinde sanırım herkes hem fikirdir. Eğer
bugün sınıf mücadelesi dibe vurmuş ise bunun esas sorumluları kendi dışımızda
değil, içimizdedir. Aslında "önümüzdedir" demek daha doğrudur.
Neredeyse 50 yıldır kendilerini "lider" mevkiinde tutmakta ısrar
eden, sözüm ona "önderlerin" ideolojisi iflas etmiştir. Bugün bu
"önderlerin" neredeyse tamamı 12 Eylül 1980 öncesi ideolojilerini
dahi savunamaz duruma gelmişlerdir. Ve bugün hiç biri 12 Eylül 1980 öncesi,
çalışma, mücadele ve örgüt anlayışına uygun hareket etmemektedirler. Ancak bugünkü
durumlarını da açıklayamamaktadırlar. Bu durum "şef ideolojisinin"
iflasının en basit kanıtıdır.
Bütün
şefler '68 devrimcilerinin bıraktığı o dev mirası çarçur etmişlerdir. Kısacası
12 Mart örgütsel yenilgi olurken, 12 Eylül örgütsel ve ideolojik yenilgi
olmuştur. Ama yenilen asla Marksizm değildir, yenilen şeflerin örgütsel ve
ideolojik anlayışıdır.
Yenilen
pehlivan görüşe doymaz misali bu şefler ısrarla "önder" olmaya devam
etmektedirler. Devrimci hareket bu şeflerden kurtulmadığı sürece diktatörlük
tüm toplumu lime lime ezerek, sömürmeye devam edecektir.
Bu
girişi yapmak zorunda hissettiğim için yazı biraz uzamış oldu. Okunması kolay
olsun diye yinede kısa tutmaya gayret edeceğim.
İslam
Türk Diktatörlüğünün, daha doğrusu savaş kliğinin iç çelişkileri görünür olmaya
başladı.
Hayat
böyledir, değişik amaçlar ile bir araya gelmiş olanlar başarı elde edildikçe
çelişkiler görünmez olur. Ufak tefek başarısızlıklarda bu önceden çok fazla fark
edilmez ama başarısızlıklar süreklilik kazandığında görünür olmaya başlar.
Eski
Osmanlı coğrafyası üzerinde Yeni Osmanlıcılık politikası uygulamaya
konulduğunda savaş ve yeni fetih politikaları kaçınılmazdı. Ortadoğu bölgesinde
özellikle Arap Baharı ile birlikte savaş politikaları görünür olmaya başladı.
Önceleri "ılımlı İslam" diye yutturulan, hatta bizim soytarı
liberallerimiz, kitlelere asla güveni olmayan bazı Marksistlerimizin bunu
İslam'ın sekülerleşmesi olarak kabul eden ve kabul ettirmeye çalışanlar bile
artık Yeni Osmanlıcılığın savaş politikası olduğunu yaşayarak idrak ettiler.
Hayat
en büyük öğretmendir, insana acı ve kayıplar vererek öğretir.
İdamlar
Suriye
savaşındaki başarısızlık İslam Türk Diktatörlüğünün Ortadoğu'da lider ülke olma
hayallerine büyük bir darbe vurdu.
Başını şeriatçı Suudi Krallığının çekti
Sünni İslam cephesinin, mezhepsel görünümlü, Ortadoğu enerji, pazar ve ticaret
geçiş yolları hakimiyet savaşında saf tutuş İslam Türk Diktatörlüğü içindeki
çelişkiyi derinleştirince görünür oldu.
Suudi
krallığı Şii'leri idam edince Diktatör başka telden, AKP hükümeti başka telden
çalıp söyledi.
Hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş "Siyasi idam cezalarının uygulanmasının hiçbir şekilde bölge
barışına bir katkısı olmayacaktır. Biz siyasi idam cezalarının hepsine
karşıyız" açıklamasını yaptı.
Ertesi günü Erdoğan
yanlısı fanatik Sünni İslamcı gazeteler bundan rahatsız oldu. Ve Erdoğan'ın bu
açıklamayı düzelteceği beklentisine girdiler.
Nihayet Erdoğan,
periyoda bağladığı propaganda amaçlı muhtarlar toplantısında " Şu anda Suudi
Arabistan'da yapılan iç hukuk meselesidir" diyerek,
hem Krala destek verdi, hem de AKP hükümetinden farklı düşündüğünü açığa vurdu.
İkinci çelişki iç politikada kendini
gösterdi.
Kürtler ile savaşta diktatör ile hükümetin
çelişki içinde olduğu görüldü.
Hiç bir devlet korkuyu yenmiş halkı yenemez.
Top yekun imha etmediği sürece bu savaşı kazanamaz. İçinde bulunduğumuz
koşullarda Kürtleri top yekun imha etmekte mümkün olmadığına göre İslam Türk
Diktatörlüğünün bu savaşı kazanmasının olanağı yoktur. (Bu savaş ve çözüm
sürecinin bitiriliş nedenleri daha önceki yazılarımda var olduğu için tekrara
gerek yok.) O zaman savaşı bir şekilde sonlandırmak gerekiyor.
Kürtlerle savaş hem ekonomiyi vuruyor, hem de
siyasi "istikrar" beklentisini zaafa uğratıyor.
Önce Kürt patronların ağırlıkta olduğu
"sivil toplum" örgütleri Ankara yollarına düşüyor. Hükümet ve
muhalefet partileriyle savaşın bitmesi için meclisin devreye girmesini istiyor.
Sonra aydınlardan oluşan başka bir heyet de Ankara yollarına düşüyor. Hükümet
ve muhalefet ile görüşüyor. Bir an önce barış olsun istiyorlar.
Dış baskılar ise çabası oluyor. ABD, AB,
hatta Rusya'da Kürtler ile tekrar çözüm masasına dönün diyor.
Gerek diktatörün, gerekse başbakanın
"yendik" görünümlü "çare" arayışı içinde olduğu görülüyor.
Yandaş medya haberleri bu algıyı yaratmak için oluşturuyor. İliştirilmiş
gazetecilik hortluyor. Devletin "güvenlik kuvvetleri" ile birlikte
görüntü alıp haber geçiyorlar. HDP'de sanırım hendeklerin kapatılmasını
istiyor, tahminen hendeklerin kapatılarak iktidarın hendek temelli
propagandasının önüne geçileceğe benziyor ama onlar da çaresiz. Çünkü, sanki
hendekler kapatılırsa savaşı iktidar kazandı görüntüsü oluşacağı için
zorlandıklarını düşünüyorum.
"Çarenin" yöntemi aranıyor. İp
uçları daha önce yapılan açıklamalarda görülmüştü. HDP, dolayısı ile PKK
dıştalanarak görüşmelerin yapılacağı Kürtleri temsil eden yeni bir oluşuma
gidilmesi. Bu konuda hükümet ve diktatörün hem fikir olduğu anlaşılıyor. Farklılık, masanın ne zaman kurulacağı ve
masanın etrafında kimlerin oturacağında.
Buradaki ip uçunu da 2015 yılının sonuna
doğru Davutoğlu'nun yeni anayasa görüşmeleri için meclisteki partilerden
randevu istemesinde buluyoruz. Biliniyor, Davutoğlu önce CHP, MHP ve HDP'ten
görüşmek için randevu talep etti. Kısa bir süre sonra Davutoğlu
"hikaye" bir gerekçe ile HDP ile görüşmeyeceğini ve randevu talebini
geri çektiğini açıkladı. Selahattin Demirtaş da bu iptalin "saraydan"
kaynaklandığını duyurdu. Şimdi buradan masanın etrafında kimler olacağına
geliyoruz.
Davutoğlu, Gülen Cemaatine karşı iktidar
kavgasında Erdoğan gibi generaller ile ittifak içinde olmadığından masa
etrafında kimlerin olacağında daha esnek görülüyor. HDP'yi temsilen birilerinde
yer almasını istiyor. Belki bunda Kürt olan danışmanı Muhsin Kızılkaya ile bir dönem Mazlum-Der Başkanlığı
yapmış Davutoğlu'nun Başdanışmanı Yılmaz Ensaroğlu'nun etkisi bulunuyor.
Erdoğan ise HDP'yi temsilen bir kişinin dahi o masada oturmasını istemiyor.
Malum generaller ile ilişkisinin devamı şimdilik buna engel oluşturuyor. Aynı zamanda Erdoğan her şeyi başkanlık
sistemini anayasal güvenceye kavuşturmaya göre saptadığından Kürtler ile savaşı
hemen sonlandırma tarafı da değil. Belki de ordunun savaşa ağır silahlar ile
katılmasıyla PKK'yi yeneceği umudunu devam ettiriyor. Israrla da meclis ve
yargıya baskı yaparak HDP milletvekilleri, belediye başkanları, parti
yöneticilerin tutuklanmasını istiyor. Hükümet, özellikle milletvekillerinin
tutuklanması konusunda isteksiz görülüyor.
Bu
arada bir yanda başkanlık, bir yanda da özyönetim tartışmaları gündemi işgal
etmeye devam ediyor.
Diktatörlük
başkanlık sistemini kabul ettirmek için çok değişik propaganda araçlarını kullanıyor.
Elinde bulundurduğu medya ile sürekli, başkanlığın bütün sorunları çözen,
Türkiye'yi çağ atlatacak model olduğunu kabul ettirmeye çalışırken, "Türk
usulü" -ne demekse- diyerek, milliciliğe vurgu yapmayı da ihmal etmiyor.
Kürt
burjuva hareketi emperyalistlerin istediği şekilde küreselleşmeye eklemle
modeli içinde özyönetimi gerçekleştirmek için kitlesel eylemlilikleri mitingler
ile güçlendirerek sürekli gündemde tutma faaliyetlerini örgütlüyor.
Gerek
diktatörlük, gerekse de Kürt burjuva hareketi memleketi hiçte iyi olmayan bir
sürece doğru hızla götürüyorlar. Her iki gücünde ülkenin geleceği, işçi ve
emekçilerin "hayrına" bir şey yapmadıkları gün gibi ortada dururken
"şeflerimiz" halinden memnun görülüyor. (0.8.01.2016)
Comments
Post a Comment