Yeni Osmanlıcılığın İflası (5)

AKP’nin siyaset sahnesine çıkışı
Darbeci generallerin kurduğu sistem 28 Şubat 1997 yılına kadar işledi. Güçlenen, hükümet olan İslami parti üst yargı marifetiyle alaşağı edilip, partisi kapatıldı ve birçok yöneticisine siyaset yasağı getirildi.

28 Şubat darbesi İslamcı hareketi bölen ama aynı zamanda emperyalistlerin istediği “ılımlı İslam” diye adlandırdığı projenin AKP adıyla siyasi örgütlenmesinin sahne alış tarihidir. Sınıflar mücadelesi böyledir; Bir güç farklı amaçlar ile hareket eder ama müdahalesi istediğinden farklı sonuç ortaya çıkarabilir.

Bu tarihe kadar AB’ye “Hıristiyan kulübü” diyerek karşı çıkan ve geldikleri siyasi harekette AB’ye karşıt olarak İslam Ortak Pazarı’nı ortaya atanların Erbakan’dan ayrılarak kurdukları AKP’nin aniden AB’deci olduğuna tanıklık ettik.
Bu durumu en güzel Bülent Arınç özetledi.

“28 Şubat’a dek AB’ye düşmandım. Türkiye’nin AB üyeliğinden söz etmeyi vatana ihanet sayardım. Ancak bu bizim gözümüzü açan, adeta turnusol kâğıdı gibi bir süreç oldu. Ben 1995 yılında parlamentoya girdim. Bazı olayları bizzat yaşadım. Başkaları yatağında rahat yatarken, ben uyuyamıyordum. Gelişmeleri kendi içimizde değerlendirdik ve bir karara vardık. 28 Şubat sürecinde yaşadıklarım, beni AB hedefine girme konusundan ikna etti. Bu hedefe gitme gereğine inandım.” Bunları Murat Yetkin, 5 Haziran 2005 tarihli Radikal’deki yazısında aktarıyor.

Dikkat ettiyseniz B. Arınç tekilmiş gibi konuşuyor ama “Gelişmeleri kendi içimizde değerlendirdik ve bir karara vardık.” İfadesi aslında AKP’yi kuranların siyasi olarak AB’den yana karar aldıklarını açığa çıkarmış oluyor. Sonraki gelişmeler de bunun kanıtı oluyor.

28 Şubat darbesine kadar AB’ye karşı olan AKP kurucuları neden AB’ci oluveriyorlar?

İslami hareketin önünde en büyük engel, sürekli partilerini kapatan MGK ve generaller ve MGK’nın istemleri doğrultusunda karar veren üst yargı olmuş. Bu yapının değişmesini isteyen de AB ile TÜSİAD’da örgütlü bulunan işbirlikçi tekelci burjuvazi. İktidara sahip olan kurumlar aynı zamanda emperyalistlerin Türkiye’ye dayattığı projenin ve politikaların gerçekleşmesinde en önemli engelleri oluşturuyor. Yani çıkarlar çakışıyor. O zaman işbirliği kaçınılmaz oluyor.

Erdoğan’ın Refah Partisi Beyoğlu İlçe Başkanıyken ABD temsilcileri ile başlayan ilişkinin derinlik kazanmasıyla Azizler Holdingin sahibi Cüneyt Zapsu’nun aracılığıyla 1999 yılında Türkiye’nin “laik seçkinleri” diye tanımlanan ve TUSİAD’da örgütlenmiş olan burjuvazinin villarında Erdoğan’ın katıldığı toplantılarla genişliyor. Erdoğan, AB’den, laiklikten yana olduğunu, Özal’ın ekonomi politikasını uygulayacağını, milli gömleğini çıkardığını vb açıklayarak güvence veriyor.

Emperyalistler ve TUSİAD’da örgütlü burjuvazi ne istiyor?

-  -Kürt, Ermeni, Kıbrıs, Batı Trakya ve Ege sorunlarının kendi öngördükleri şekilde çözülmesini
     -  Türkiye’nin Ortadoğu’da örnek ve lider ülke olarak aktif görev üstlenmesini
-        - Avrupa Birliği uyum yasalarının hızla çıkarılmasını
-         -Küresel sermayenin önündeki engellerin hızla kaldırılmasını
-      -Başlatılmış olan özelleştirmenin hızlı bir şekilde devam ettirilerek devletin tamamen  ekonomiden çekilmesini.

AKP bu sorunların hepsinin çözümü için siyaset sahnesinde yerini alıyor.

Liberaller, bazı solcular “askeri vesayet rejiminden” kurtuluyoruz diyerek, neredeyse bütün İslami hareketlerin koalisyonu olan AKP’ye desteklerini esirgemiyorlar. Hatta onun saflarında yer alıyorlar.

2002 yılı seçimlerinde AKP yüzde 33 oy oranı ile tek başına hükümet olurken, meclise sadece CHP’nin girmesiyle beklenen iki partili sistem gerçekleşmiş oluyor.

Mecliste çoğunluğa sahip olarak hükümet olmak iktidar olmak anlamına gelmiyor. Esas anayasa olan Kırmızı Kitabın uygulayıcısı, ağırlığını Generallerin oluşturduğu gerçek iktidar MGK.

MGK

Bu başlık altında MGK’nın tarihine kısaca göz atacağız.

Generallerin iktidar olması oldukça eski tarihe dayanıyor.  Bu aslında 23 Kemalist devrimin özelliğini yansıtıyor. Emperyalist açık işgal 1923 yılında sonlandırılıyor ve padişahlık yıkılıyor ama devrimin oturması 1930 yılına kadar sürüyor. Bu devrime öncülük yapmış asker kadrolar, iktidarda azda olsa söz sahibi olan ve olası iktidar alternatiflerini yedi yıl içinde etkisiz hale getirdikten sonra devrim oturuyor. Devrimin öncüsü olan asker kadrolar iktidarlarını sağlamlaştırmak için Yüksek Müdafaa Meclisi Umuni Katipliği adıyla kurumsallaşıyorlar. Bu oluşuma kimi araştırmacılar MGK’nın ilk kuruluşu diyor, tarih: 1933. Ancak itiraz edenlerde bulunuyor. Hikmet Özdemir, Rejim ve Asker adlı kitabında MGK’nın ilk adımının 1922 yılında “Harp Encümeni” adıyla kurulduğunu ileri sürüyor. Yapısına ve yetkisine baktığımızda bu iddiaya katılmak gerekiyor.

Anadolu’nun işgalden kurtarılması savaşı sürerken bir yandan Ankara’da Meclis çalışıyor ve 1921 anayasasını ilan ediyor. Anayasa adı ne olursa olsun oldukça yetkili üst düzey bir örgütlenmeyi belirtmiyor. İşgale karşı savaş devam ettiği için hızla karar alma gereği duyuluyor. Meclisten ayrı olarak “Harp Encümeni” adıyla üst bir yapı oluşturuluyor. Mustafa Kemal’in başkanlığındaki kurul üyeleri Meclis ikinci başkanı, Maliye ve Milli Savunma Bakanları, Milli Savunma ve Komisyon Başkanlarından oluşuyor. Özdemir “Harp Encümeni” adı ile örgütlenen bu üst kurulun Meclise talimat gönderme yetkisine sahip olduğunu belirtiyor. (1989, 92-93) “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkesinden saparak inisiyatifin 1922 yılında kurulan “Harp Encümeni”ne geçmiş olduğu anlaşılıyor  

Tekrar Yüksek Müdafaa Meclisi Umuni Katipliği’ne dönebiliriz. O günün koşullarında görevi; Ulusal seferberlikte ilgili bakanlıkların görevini üstlenir, yani ulusal seferberlikte hükümet adına kararlar alır, diye tanımlanıyor.

Onaltı yıl sonra 1949 geldiğimizde adı ve görev tanımı değişiyor

Adı: Milli Savunma Yüksek Kurulu ve Genel Sekreterliği oluyor.

Üyeler: Başbakan, Milli Savunma, İçişleri, Dışişleri, Maliye, Bayındırlık ve Ulaştırma, Ticaret ve Tarım Bakanından oluşuyor ama Kuvvet Komutanları da doğal üye kabul ediliyor fakat toplantılara “savaş halinde” katılıyorlar. Ayrıca gerektiğinde Askeri Şura üyeleri de yer alıyor.

Yeniden görev tanımı yapılıyor. 5399 sayılı kanunda şöyle deniliyor: “Milli seferberlik ve ulusal Sivil Savunma planlaması ve örgütlenmesini” görev ediniyor. Sanırım Gladyo denilen örgütlenmenin ilk adımı da böylece atılmış oluyor.

Ordunun Kemalist, sonradan tasfiye edilecek olan ırkçı milliyetçi kanat ile ittifak sonucunda DP hükümeti düşürülüyor ve generaller 27 Mayıs 1960 tarihinde yönetime el koyuyor.    

Halkın yüzde atmış “evet”iyle yürürlüğe giren 1961 anayasa ile MGK anayasal kurum olma özelliği kazanıyor.

“Milli Güvenlik politikasının hazırlanması esasları, hedefleri ve çalışmalarının belirlenmesi yasal ve idari her tedbirin alınması için bakanlar kuruluna bildirir.”
Görev tanımına dikkat etiyseniz cümlenin sonunda “bildirir” diyor. Kime? Halkın oylarıyla seçilerek gelmiş meclis üyelerinin kurduğu hükümetin bakanlarına “bildiriyor”

Ne demek bu?

Generaller, hükümete diyor ki; “Ben şu şu kararları aldım, sende gereğini yap”
“Milli güvenlik politikası” da muğlâk bir kavram, biliyorsunuz “milli güvenlikle” hiç ilgisi olmayan bisküvi veya makarna fabrikasının grevi “milli güvenlik” gerekçesiyle ertelene biliyor. Yani istenmeyen, rahatsızlık veren her türlü gelişme “milli güvenliğin” içine konulabiliniyor.

Üye sayısının ve üye dağılımın değiştiğini görüyoruz. Özellikle sivil üyelerin çoğunluğu oluşturması dikkati çekiyor. Dört General, dokuz sivil ve cumhurbaşkanlığından oluşuyor. Gerçi 1949 yılında yeniden görev tanımı yapılan Yüksek Müdafaa Meclisi Umuni Katipliği’nın üye dağılımına baktığımızda siviller ağırlıktaymış gibi görünüm vermektedir. Değişik bakanlardan oluşan yedi sivil üye yer alırken, beş general bulunmaktadır. Ama gerektiğinde Askeri Şura üyeleri de toplantılara katılmaktadır. Böyle bir durumda askerlerin lehine denge değişmektedir.

1961 anayasası bir yandan anayasal kurumsal özellik kazandırırken görev tanımını da oldukça genişletmiştir. 

Sivil üyelerin askerlere sayıca çokluğunu birkaç açıdan açıklayabilirim.

Anayasayı hazırlayanlardan başlayalım.

Önce şunu belirtmek istiyorum. Türkiye’nin bugüne kadar görmüş olduğu en demokratik anayasa 1961 anayasasıdır. ’61 anayasası her vatandaşı Türk kabul etmesi, MGK’yı anayasal kurum olarak oluşturması ve iktidar gücü olmasını sağlamlaştırmış olmasından oldukça anti demokratik özellikler taşır. Ama bunun yanında örgütlenme, ifade, gösteri gibi özgürlüklerin, sosyal devlet, TRT özerkliği, Anayasa Mahkemesi gibi maddelerin yer alması da ona demokratik özellik kazandırır.

Anayasayı hazırlayanlarının Kürt sorununda Kemalist yaklaşım içinde olduklarını not olarak belirtirsek abartmış olmayız. Bu anlayış aynı zamanda darbeyi gerçekleştiren Kemalist subaylar ve onların ittifakı olan ırkçı milliyetçiler ile buluştukları noktadır. Zaten bilinçlerinin gerisinde hep emperyalistler tarafından kışkırtılan, memleketi bölmek isteyen ve kullanılmaya elverişli Kürtler şartlanmışlığı bulunmaktadır. Bu yüzden ’61 anayasasının etnik sorunu yok sayması gerek darbecilerin gerekse anayasayı yapan Kurucu Meclis üyelerinin siyasi anlayışından dolayıdır.

MGK’nın anayasal kurum olmasına gelince…

Üye yapısının ve sayısının değişmiş olması, hatta ilk bakışta siviller sayısal anlamda belirleyici duruma gelmesi sanırım uzun tartışmalardan sonra generaller ile Kurucu Meclis üyelerinin uzlaşmasıdır ama karşılığında MGK’nın iktidarını sağlamlaştırması ve ülke politikalarını belirleyici olması tavizi verilerek olmuştur. Şunu da söylemek olanaklı; Belki de Kurucu Meclis üyeleri de sivillerin ağırlıkta olduğu MGK’nın iktidar gücü olarak belirleyici olmasından rahatsız olmamışlardır. Çünkü siyasi nitelikleri ve ideolojileri gereği topluma çok fazla güvenenler değillerdi. Toplumu kandırılmaya uygun görüyorlardı. Çok partili seçimli hayata geçildiğinde siyasi gericiliğin toplumu etkilemesinin her türlü zemini bulunuyordu. “Karşı devrimci” siyasi örgütlenmenin önde gelenlerinin idam edilmiş olması, bu gerici siyasi örgütün toplum üzerindeki etkisi, aynı zeminde siyaset yapacak partilerin ortaya çıkacak olması toplumu etkileme olasılığın yüksek olmasından dolayı MGK’nın iktidarı belirleme gücünü koruması uygun görülmüşte olabilir.

İktidar gücü olması kabul görürken sivil ağırlıklı olması büyük olasılıklar Kurucu Meclis üyelerinin özelliğinin yansıması olduğunu düşünüyorum.

1961 Anayasası çift meclisi kabul etmiş ama ikinci meclisi oluşturan senatoda generalleri temsilen 20 tabii senatör bulunuyordu. Bunlar ölünceye kadar senatonun üyesiydiler. Ayrıca Cumhurbaşkanının kontenjandan 15 senatör atayabilme yetkisi vardı. Cumhurbaşkanında ordunun generallerinden olduğunu dikkate aldığımızda darbeci generaller iktidarlarını güvence altına aldıklarını düşünmüş olabilirler.

12 Eylül 1980 darbe anayasası MGK’nın anayasal kurum olma özelliğini koruyorken, etkinliğini de artırıyordu.

Anayasanın 118. Maddesine göre “Devletin Milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulaması ile kararlar alır ve görüşlerini bakanlar kuruluna bildirir.” diye görev tanımlaması yapıyordu. Bu tanımlamada öncekine göre en önemli fark “kararlar alır” ifadesindedir. Önceki görev tanımında "tedbirleri bildirir" ifadesinin yerini çok daha net ve emredici "kararlar alır" denilmiştir. Bu konulara veya sorunlara ilişkin düşüncelerini iletir gibi bir ifade değildir, “kararlar alır”ın anlamı, bunları bunları uygulayacaksın demektir. Böylece yasamaya, meclise ve yürütme organı olan hükümete direktif/emir vermektir.

MGK’nın üye yapısının da değiştiği görülüyor. Generaller mutlak belirleyicidir. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz, Hava ve Jandarma komutanları, Mili Savunma, İçişleri, Dışişleri bakanlarından oluşmaktadır. Beş asker, dört sivil ve cumhurbaşkanından oluşan on üyesi bulunmaktadır. 1982 anayasası Jandarma Komutanını MGK’nın yeni üyesi yapmıştır. Cumhurbaşkanı da askerden gelmektedir.

Darbeciler, o an bütün kurumları ele geçirdikleri için kendilerini çok güçlü görürler ve yaptıkları her şeyin kalıcı olacağına inanırlar. Düşünemedikleri, öngöremedikleri ki darbeciler zaten öngörüsüzdür kitlelerin siyasi tercihlerinin değişmesiyle oluşacak meclis çoğunluğunun cumhurbaşkanlığı makamına sivilin oturacağı gibi olası gelişmelerdir.

Darbeciler geride bırakılan Türkiye siyasi tarihine baktıklarında hep ordunun dediği olduğunu görmüşler, bundan sonrada sürekli ordunun dediği olacağını varsaymışlardır. Ama yinede MGK’nın hukukunu oluşturan ve Türkiye’nin gerçek anayasası olarak kabul ettikleri Kırmızı Kitap en büyük güvenceleri olmuştur.

Evet, MGK ile ilgili bu kısa tarihi özete devam ediyorum.

Şimdi 1977 yılına gidiyoruz. Bülent Tanör imzalı TUSİAD için hazırlanan raporda var olanları özetliyorum;

 İstekler:

MGK’nın anayasal kurum olmaktan çıkarılıp tasfiye edilmesi, sadece savunma ile sınırlı Yüksek Savunma Kurulu adında yeni bir kurulun kurulması…

Bülent Tanör’ün hazırladığı bu raporda belirtilenler ile AB’nin 2002 yılına kadar İlerleme Raporu’nda sürekli üzerinde durduğu MGK’nın sivilleşmesi ve siyaset üzerindeki etkisine ve parasal bütçesindeki özerkliğine son verilmesi örtüşmektedir.
Belleğim beni yanıltmıyorsa sanırım AB’nin istemleri doğrultusunda MGK’ya ilişkin küçükte olsa ilk adımı son Ecevit koalisyon hükümeti attı. Ama esas değişiklik AKP’nin 
2003 yılındaki yasası ile oldu.

30 Temmuz 2003 tarihinde 4963 sayılı kanunla MGK’nın yapısı ve görev tanımı değiştirildi.
-       
     *Dört başbakan yardımcısı ve Adalet Bakanı üye yapıldı.
-      *MGK üye sayısı 15’e çıkarıldı.
-        *Ayda bir yerine iki ayda bir toplanmasına karar verildi.
-       *Genelkurmay başkanının olağanüstü toplantı çağrısı kaldırıldı.
-         *MGK Sekreterin sivillerden seçilmesi getirildi.
-    
      “Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzuru ve güvenliğinin korunması hususunda alınması zorunlu gördüğü tedbirleri ait kararlar Bakanlar Kurulunca değerlendirilir.” denilerek görev tanımı yeniden yapıldı.


   Görev tanımı cümlesinin son kelimesi MGK’nın daha önce aldığı kararları bakanlar kuruluna iletir yerine “kararlar Bakanlar Kurulunca değerlendirilir” şekline getirilmesi Hükümetin MGK’da alınan kararları uygulamak zorunda kalmadığı anlamına gelmektedir. Böylece emperyalistleri, işbirlikçi tekelci burjuvaziyi, liberalleri ve bazı solcuları çok sevindiren “askeri vesayet rejimi”ne ağır bir darbe indirilmiştir. İktidarın belirleyici gücü olan generaller zayıflatılmıştır. Hükümet yönetme, yürütme ve yetki alanını genişletmiş, iktidar olma gücünü kuvvetlendirmiştir.
  
  2004 yılında da AB ve TUSİAD ile bütün burjuvaların beklentisi olan ordunun harcamalarının Sayıştay denetimine açılması yasası çıkarıldı ve ordunun denetimden uzak mali özerkliğine de son verilmiş oldu.   
(Devam edecek)

Comments