Yeni Osmancılık bir savaş politikasıdır.

Dış politika iç politikadan bağımsız değildir. Birbirini etkileyen ve tamamlayandır. Şöyle de demek mümkündür; dış politikayı çözümlemek iç politikayı anlamakta en büyük yardımcımızdır.
Ahmet Davutoğlu, henüz daha Dışişleri Bakanı değilken ve Erdoğan’ın danışmanlığını da yapmazdan önce yazmış olduğu “Stratejik Derinlik” isimli kitabında Türk dış politikasını ayrıntılı bir şekilde çözümlemeye çalışarak, olması gerekenleri belirtir.  İslam-Türk sentezi ideolojisi ile Türkiye burjuvazisinin dış Pazarlardan ve enerji kaynaklarından nasıl pay alabileceğini anlatmaya çalışır.
Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu ülkelerinin kapısını açacak elinde bir maymuncuk ile gezer. Bu maymuncuğun İslam ve Türklük olmak üzere iki özelliği vardır. Ortadoğu’da özellikle İslam’ı, Kafkaslarda Türkçüğü ve Balkanlarda hem İslam’ı hem de Türkçülüğü kullanarak nüfuz alanları oluştura bileceğini inanır.
Davutoğlu’na göre Osmanlı dünya kadim kültürünün taşıyıcısı ve geliştiricisidir. Osmanlı, yönettiği bölgelerde geliştirici olmuştur, sömürmemiştir. Huzur ve refah içinde yaşamalarını sağlamıştır. Osmanlı bu topraklardan “gönderildikten” sonra huzur ve refah yok olmuş, milletler sürekli savaş ve çatışma ortamı içinde yaşamaya mahkum edilmişlerdir.
Bugünkü Türk devleti bu bölgenin lider ülkesi olmak zorundadır. Türkiye’nin savunması misakı milli sınırları değil, eski Osmanlı imparatorluk sınırlarıdır. Her kim varolan sınırları değil de Osmanlı imparatorluk sınırlarından söz ediyorsa biline ki “yeni bir fetih savaşı” istiyordu.
Dünya’nın paylaşımı emperyalist çağ olan 1900’lerde tamamlanmıştır. İster yeni sömürge, ister yarı bağımlı ilişkiler içinde olsun hemen hemen her ulus kendi devletlerini kurmuştur. Ve eski Osmanlı İmparatorluk coğrafyasında da paylaşım tamamlanmıştır. Ama bu, paylaşanlar ve pay almak isteyenler arasındaki her alandaki mücadele, çatışma, ittifaklar son bulmuştur anlamına gelmez. Nüfus alanları oluşturup o ülke/ülkelerin pazarından ve enerji kaynaklarından pay almak isteyenler yerel yönetimler ve o pazarda etkin olanlar ile çatışma-çelişki içinde olacaktır.

Davutoğlu çalışkandır, hiç boş durmuyor, kendi ideolojisi doğrultusunda Türkiye burjuvazisinin bölge ve dünyadaki çıkarlarını genişletmek için çok sıkı çalışıyor. Dünyanın birçok ülkesinde görev yapan büyükelçileri de öngördüğü anlayışta hareket etmesi için büyükelçilerin katılımından oluşan konferanslar yapıyor. Üçüncü Büyükelçiler konferansında çok kısa Türk dış politikasının özetini yapıyor. Sorun var olanla “yetinme”ye geliyor.
İkinci paylaşım savaşı sonrası izlenen dış politikanın “Türkiye Cumhuriyetinin ve toprak bütünlüğünün korunması” şeklinde olduğunu belirtiyor. Ama “bütün bu birikim üzerinden yeni bir döneme” girildiğini ve “cumhuriyeti ve toprak bütünlüğünü koruma” ile yetinemeyeceğimizi,  “bazılarının bunu istediğini” ve “bununla yetinin diyenler” olduğunu belirtikten sonra adeta slogan atar gibi “Hayır, yetinmeyeceğiz!” diyor.
Davutoğlu hızını almış bir kere durdurana aşk olsun, söyledikleri öyle basit şeyler değil, üzerinde durulması gerekiyor.
“Eğer yeni bir düzen kurulacaksa o düzenin temel taşını atan ülkelerin başında geleceğiz. Buna hakkımız var, buna tecrübemiz var, buna gücümüz de yeter.”
Bakın buradaki anahtar sözcük “yeni düzen”. Burjuvazinin ve politikacıların dilindeki “düzen” sistemdir, rejimdir. “Yeni”den söz edildiğinde var olanın yetmediği ve bir düzensizliğin durumu var demektir. O zaman yeniden yapılandırma yani, dünyanın yeniden paylaşımı söz konusudur. Dünya pazarlarının ve enerji kaynaklarının yeniden paylaşılmasında “asil” devletlerden birisi olacağız diyor. Paylaşımdan birinci sınıf pay alanlardan birisi olduğumuza kanıt olarak, bir;”haktan”, iki; “tecrübeden” ve üç “güçten” söz ediyor. Bu sözcükleri tek tek açmak gerekiyor.
Bir hak; Türkiye kapitalist sermaye birikimi hem Pazar olarak hem de enerji kaynakları olarak dış pazarlara ihtiyacı bulunuyor. Eğer enerjiyi dışarıdan alamazsa ve dış pazarlardan yeterince pay alamazsa kapitalist sistemin devam etmesi mümkün görülmüyor. Türkiye kapitalizminin gelişmişlik düzeyi dünya pazarlarından “hak” iddiasını gündeme getiriyor.
İki tecrübe; ideoloji, kültür ve yönetme becerisi oluyor. Sık sık Osmanlığa atıfta bulunan Davutoğlu İslam-Türk sentezinin ve Osmanlıdan gelen başka ulusları yönetme “becerisinin” yeterli olduğu kanısına sahip olduğu anlaşılıyor.
Üç güç; buradaki “güç” vurgusu silahtır, bombadır, toptur, tanktır, tüfektir, donanmadır. Davutoğlu ve Erdoğan gücü iki temele oturtuyor: nüfus ve silah.
Erdoğan’ın “en az üç çocuk isterim” diyerek kadınları kuluçka makinesine dönüştürme anlayışı savaşan ve çalışan nüfus ne kadar çok olursa o kadar güçlü oluruz anlayışıdır. Benzer yaklaşım Davutoğlu’nda da görülüyor. “Türkiye’nin genç ve dinamik nüfus yapısı da önemli bir güç parametresi” diye yazıyor, Stratejik Derinlik kitabında (Sf. 23) Bu dinamik nüfusun hem Avrupa Birliği ile ilişkilerde önemli faktör olduğunu hem de soğuk savaş döneminde “Rusların sıcak denizlere inmesinin önündeki en önemli askeri/demografik engel” olduğunu belirtiyor.(Sf.23) Ve bunlara ek olarak nüfus “temel muharrik rol oynar”ı ilave ediyor, yani önemli harekete geçirici güçtür demek istiyor.
Türk devletinin askeri örgütlenmesi yabana atılacak cinsten değildir. Gerek asker sayısı gerekse sahip oldukları silah envanteri olarak oldukça güçlüdür. İç savaşta oldukça tecrübe kazandığı biliniyor. Uluslar arası deneyimlerini de çatışma bölgelerinde görev alarak geliştiriyor. Her ne kadar büyük bir savaşında içinde olmadıysa da Kıbrıs savaşı ile kazandığı deneyimine sık sık Irak’a yaptığı operasyonlar ile geliştirdiğini söylersek abartmış olmayız. Türk büyük sermaye gruplarının askeri araç ve ekipman üretimi bir yandan savaş ekonomisinin gelişmekte olduğunu işaret ederken, diğer yandan da savunma sanayi fonu araçılığıyla silah ve savaş araçları geliştirme/üretme kapasitesine sahip olduğu bir gerçektir. Başbakan Erdoğan’ın nükleer santral kurmaktaki ısrarı, aslında nükleer silah yapma isteğidir. Gerek nükleer silah yapmak gerekse de 2500 km menzilli füze imal etme istekleri pazarların ve enerji kaynaklarının paylaşılmasında söz sahibi olmak niyetinin ifadesidir.
Nüfus ve askeri güç yeterli olsa bile “yeni fetih politikasını” uygulamak için yeterli olmuyor. Kitle desteğine ki militan kitle desteğine ihtiyaç görülüyor. Bir yandan İslam-Türk sentezi ideolojisi medya, cami ve eğitim kurumları aracılığıyla yeniden yeniden üretilip kitlelere benimsetilmesi gerekiyor. Mutlak bir ideolojik imkanı veren ülkenin “birlik beraberliği” şart oluyor. Eğer ülke sınırları içinde güç bir muhalefet bulunuyorsa, hele hele bu güçlü muhalif hareketin bir de silahlı gücü varsa bu bir şekilde tasfiye edilmeden “yeni fetih politikasını” gerçekleştirmenin önünde büyük engel oluşturuyor.

Bölgesel lider olmak hayallerini sezen A. Öcalan savunmasında Türk devletine “Cumhuriyet tarihinin bu en zor sorunu çözümlendiğinde Türkiye’nin iç barışından aldığı güçle bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşacağı kesindir. Ortadoğu’da liderlik dönemi Ortaasya’dan Balkanlar ve Kafkaslar’a kadar etkili olma anlamına gelecektir” diye sesleniyordu. (Savunma sf. 164-165) AKP hükümeti A. Öcalan’ın işaretini aldı ve Birleşik Devletler İngiltere ortak yapımı olan “Kürt açılımı” politikasını hayata geçirdi ama olmadı, başaramadı. Başkaldıran Kürtleri istediği şekilde teslim alamayınca bu kez sorun oluşturan Kürtlerin tüm örgütlerini hedef alarak tasfiye operasyonunu başlattı. Neredeyse hergün yapılan KCK operasyonları seçilmiş belediye başkanları sıradan vatandaşlar cezaevlerine dolduruldu. 
[2011 yılı çok çatışmalı geçti. Kürtler, İslamcı Türk Diktatörlüğünün acımasız ve insafsız saldırılarına karşı çok kayıplar vererek direndiler. Ne yenen ne de yenilen belli oldu. Tekrar çatışmasızlık yöntemleri için PKK ile daha doğrusu Öcalan ile anlaşıldı. Bu süreçte "PKK ile görüşen şerefsizdir" sözü bile unutuldu. Sonrada silahlar sustu. Barış süreci denilen süreç başlatıldı. Henüz daha bu sürecin nerede sonuçlanacağı belirsizliğini koruyor. Ama bütün bunlar  “savaşan Türkiye” için yapıldı. Ve şimdi savaşmak için yanıp tutuşan AKP iktidarı var.]
(NOT: Bu yazı 6 Ocak 2012 yılında yazılmış ve yayınlanması için Birgün gazetesine gönderilmiştir. Ancak yayınlanmamıştır. Okuduğunuz köşeli parantez içindeki son parağraf 28. 08. 2013 tarihinde eklenmiştir.

Comments

  1. Türkiye'nin içinde bulunduğu dirumun güzel bir özeti olmuş. Merak ettiğim şey iç ve dış politikanın birbirine bağlı olduğu geçiyor yazıda. Bu doğrultuda gezi olayları sonucunda izlenen politik süreçler nasıl etkilenmiştir ve bu konuda geleceğe dair nasıl bir şema çizebilirsiniz?

    ReplyDelete
  2. Gezi Parkı direnişi
    1-AKP iktidarı
    2-"Batı"
    3-TUSİAD
    4-Kürt hareketi
    5-Muhalifler alanlarından değerlendirmek mümkündür.
    Gezi Direnişi AKP"nin içte ve dış itibarını zedelerken emperyalizmin AKP"den duyduğu rahatsızlığı da açığa çıkarmıştır.Emperyalist devletlerin sözcüleri yaptıkları açıklamalar ile hem AKP"nin kulağını çekmiş hem de ona karşı kitle muhalefetinin büyümesine katkıda bulunmuştur. İçerideki muhalefet karşısında zorda kalan AKP dış politikayı rahat sürdüremez duruma gelmiştir. Bir devletin dışarıda başarılı politika yürüte bilmesi için içeride yönettiği kitlelerle sorunsuz ilişki içerisinde olması gerekir. Eğer içeride kitleler iktidara karşı başkaldırı içindeyse dışarıdaki mücadelede oldukça zayıf kalır. Onun için AKP Gezi Parkı ile başlayan Taksim Direnişi olarak yurda yayılan eylemleri bir an önce tavizsiz bitirme yolunu seçmiştir.

    ReplyDelete

Post a Comment